Kehribar Zamanında Aşk | Bige Güven Kızılay


Yüzyılın aşkı! Üstelik gerçek…
“Münevver titreyen elini yavaşça o’nun eline bırakıverdi. Elini sımsıkı kavradı eli. Sıkı ama nazikçe… Öyle nazik bir tutuş ki, sanki yavru bir kuşu avucuna alırcasına… İncitmemeye özen gösterir gibi… Üstelik bu ayaz kış gününde, nasıl olabiliyorsa sıcacıktı elleri. Yumuşak, güven verici…
Başını kaldırdı, baktı Münevver.
Gözgöze geldiler. Kehribar rengi gözleri vardı!..”

Aşk biraz kehribara benzer aslında…
Bir ağacın özsuyu gibi insanın doğasında vardır…
Reçine diye yüzüne bakmadığımız o şey, yıllar boyunca binbir mevsimi yaşar, en sert rüzgârlarda savrulur, en vahşi yağmur taneleriyle dövülür, en sıcak güneşle ısınır, en soğuk karla kaplanır… Sonunda ise şahane bir renkte çok değerli bir taşa dönüşür. Adına o zaman kehribar derler…
Aşkın kehribar hali herkese nasip olmaz. Çünkü sabır gerektirir. Emek gerektirir. Hoşgörü gerektirir. Vefa gerektirir. Reçineyi mücevher yapan zorlu süreçte ellerinizi sımsıkı kenetleyip durabiliyorsanız eğer, boynunuza kehribardan kolyenizi ışık ışık bir nişan gibi takarsınız.
Kehribar aşkın ta kendisidir…

Önsöz

Hani dinlemeye bayıldığınız çocukluk hikâyeleriniz var dır, büyüklerinize, “Bir daha anlat, bir daha.” dediğiniz…
Bu işte öylesi, bir akşamüstü, güneşin batışını izleyen bir balkonda, elinizde ince belli kristal çay bardakları, ağzınız bir karış açık dinlediğiniz anılar gibi bir masal…

Öyle içten, öyle katıksız…

Güzellikler güzel iken, sevgiler çıkarsız iken, törelerimiz töre iken, merhametimiz yüreğimizde kaynıyor iken, ülkemiz bu kadar her şeye sahip değil, aslında fakir ve fakat manen bir o kadar da zengin ve onurlu iken hayat nasılmış hatırlayabilmek için…

İnsanların emek vererek, gayret ederek, çalışarak, sabrederek, dürüstlükle, hevesle, coşkuyla ve nihayetinde “hak ederek” yükselip saygıdeğer olabildiği zamanları anmak için.
Emek özürlü ilişkilere, fedakârlık yoksunu aşklara, sadakat sakatı dostluklara, sabırdan arınmış yılları yaşayanlara inat… Komşuda pişen bize de düşer diyen ve buna gerçekten
inanan bir nesil vardı bir zamanlar diyebilmek için,
Ve namus, ahlak, adalet, gurur şimdiki gibi demode de
ğilken nasıldı yaşam hayal edebilmek için… Bu aynı zamanda bir aşk hikâyesi. Anneannem ile dedemin…
Münevver Hanım ile İhsan Bey’in…

16 yaşında körpecik bir genç kız, kendisinden 17 yaş büyük bir hâkimle ve de yüzünü ilk defa nişan gecesi görerek görücü usulü evlendiği halde âşık olabilir mi?
Benim anneannem olmuş!
Ve 32 yaşında olgunluk sınırlarında bir erkek, o gencecik
kıza sevgiyle elbette, ama aynı oranda saygı ile de kendini adayabilir mi? Üstelik 1930’lardan bahsediyoruz.
Benim dedem adamış!
Bu bir masal diyorum çünkü benim çocuk gözümle onlar masal kahramanıydılar. Eminim sizin de küçüklüğünüzde gözümün nuru dediğiniz bir masal kahramanınız illa ki vardır.

Varsanız baksanız, o kadar da mükemmel değildirler ama sizin için hep öyle kalacaklardır. O yüzden, bazen, “bu kadar da olamaz” derseniz, affedin, bana göre öyleydi.

Evlilik diye oya gibi işlenmiş, inci gibi dizilmiş anılar gör düm ben.
Fedakârlık, sabır, özen, minnet ve vefa gördüm.

İçinde hastalıklar da var, ölümler de, acılar ve hayal kırıklıkları da.
Ama bütün bu gerçekler nasıl taşınır, nasıl her bir korku, her bir hüzün sevgiyle harmanlanıp akide şekeri gibi ağızda eritilir gider, işte bu kitap onun da masalı.

Pire berber, deve tellal iken diye başlayacağım bir masal bu.
Ama öyle bir masal ki, sonu, sonsuza kadar mutlu yaşa dılar diye biten ve sonu “gerçekten” bu olan bir aşk,
Sevgi sözcüklerinin söylendiği, seslerin yükselmediği, en ufak emeğe binbir teşekkürün edildiği, başarıların kutlandığı, ba şarısızlıkların adının “değişim” olarak alınıp hayırlı dileklerle kutsandığı, anneannemin deyimiyle güngörmüş bir hikâye.

Benim anneannem ve dedemin anlattıklarından hatırladıklarım ve annemin bana anlattıkları…
Ve bu masal diğerlerinin tam tersine, son cümle ile başlı yor: “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…”
Bige Kızılay
15 Nisan 200605 Aralık 2014 İstanbul
Kehribar gözlü kahramanım, Canım anneme, Pusulam sensin.

Ağabeyim, can dostum, Dert ortağım
Eşsiz dayım, “Dayday”ıma
Bu hayatı yaşayıp bu romanı mümkün kılan, Kocaman, sıcacık yürekleriyle bana ilham veren Bu ülkenin, o gencecik Cumhuriyetin bilge nesli Anneannem ve dedem.
Bütün masalları bana siz anlattınız.

Bu defa masalı anlatan benim, kahramanları ise siz.

Giriş

Çarşaflar mis gibi lavanta kokuyor. Anneannem nasıl yapıyor bilmem, ama hep böyle kokar onların yatak ları. Sanki on dakika önce kolalanmışçasına düzgün, ütülü,
sakız rengi, bembeyaz… Uzun yastıkların iki ucunda atlas satenleri var masmavi. Parlak, parlak. Bir de vişne çürüğü olanlar var, aslında ben onları daha çok seviyorum. Bütün yastıkların iki ucu işli.

Hem biliyor musunuz, anneannem kendisi “bizzat “işlemiş bunları. Bizzat demeyi yeni öğrendim! Dedeme de sordum, şahsen yani, tam kendisi gibi bir şey demek olu yor, neyse işte. Gerçi dedemle ikisi bazen bakışıp arkamdan “Çokbilmiş!” diye gülüyorlar, ama hiç kızmıyorum. Haklılar çünkü biraz bilmiş olmaya çalışıyorum.
Her neyse, yastıkların ucundaki işlemeler muhtelif. Ama ben en çok menekşeli olanı seviyorum. Bahçenin girişinde ki hercai menekşeler gibi işlemiş anneannem. Hem güzel uyku uyursam, o menekşeler yanağıma resim gibi çıkıyorlar sabahları, biliyor musunuz? Ama bu gece uyumam çok zor. Çünkü yine kulaklarım ağrıyor. Hem de nasıl zonkluyor anlatamam. İki elimi bastırıyorum ki geçsin, ağrı içeri hapsolursa balon gibi sönecek sanıyorum.
Dedem başucumda oturmuş:
“Ah yavrum, ah yavrum.” diye söyleniyor alnımı okşayarak. Onun o kocaman elini serin serin başımda hissettikçe
mutlu oluyorum ama bir zonklama bastırıyor yeniden, sessiz sessiz, gözlerimden yaşlar akıta akıta ağlıyorum.
“Hay Allah Münevver, ne yapsak?”
“Dur İhsan’cığım geliyorum şimdi.”

Komodinin üstündeki silindir mermer abajurdan tatlı sarı
bir ışık yayılıyor. Dışardan ağustos böceklerinin cırıltısı geli yor. Dedeme mırıl mırıl:
“Burnuna antidot sürer misin dedeciğim?” diyorum.

Hemen uzanıp alıyor, merhem tüpünü eline, hani üstün de kız resmi olan, beyaz, minik tüp. Yatmadan önce ikisi de her akşam burunlarına bu merhemi sürerler. Ben çocuğum diye bana izin yok. Ama o mentol kokusu lavanta ile karıştı mı öyle bir huzur veriyor ki içime, mutlu mutlu gülümsüyorum. Hah, geldi anneannem! Çabuk çabuk adımlarını duyu yorum, bir de fistolu beyaz geceliğinin hışırtısını. Avcunda tuttuğu tülbentle yavaşçacık koynuma yatıveriyor, “Gel yav rum” diye fısıldayarak.

Biliyorum ki, o incecik porselen kahve fincanlarından birini en yeni, kenarı oyalı, sakız beyazı tülbendine sarmış getirmiştir. Kulağıma dayıyor onu. Dedem avucumun içini öpüp yerine yatıyor sakince. Bakışıyorlar, biliyorum. Anneannemin göğsüne sokuluyorum iyice. Biliyorum ki o sıcak fincan ağrımı dindirecek. Hem, ben iyileşmeden anne annem uyumaz ki…

Dedem mermer abajurları söndürüyor yavaşça, oda so kaktan gelen ışıkla tatlı tatlı aydınlanıyor. Cezaevi işi halının üstüne penceredeki dantel gibi parmaklıkların gölgesi yansıyor. Sanki onlar da “Korkma, biz sizi koruruz” der gibiler. Bu kıvrım kıvrım beyaz parmaklıkları çok seviyorum ben.
O sıcaklık bir an kulağımı uyuşturur gibi oluyor. “Anneanne!” diye sesleniyorum.

“Şşt yavrum, deden uyudu.”
“Peki…”
“Nasıl kulağın bakayım?”
“Daha iyi.”
“Tamam, şimdi geçer. Bak ben de buradayım.” “Anneannecim?”
“Canım?”
“Bana dedemi ilk gördüğün günü anlatsana.”
Şakacıktan popomu çimdikliyor:
“Hınzır! Kaç kere anlattım sana. Sırası mı şimdi?”
“N’olur, anneanneciğim, n’ooluuur…”
“Gecenin bu saatinde?”
“Ama o zaman acımı unutuyorum,” diyorum acıklı acıklı.

Buna dayanamayacağından emin olarak… Bakışıyoruz, yanaklarımdan şap diye öpüyor. “E hadi bakalım, n’apalım?”
“En başından ama, tamam mı?”
“Tamam. En başından…”

I. BÖLÜM

Yarına açılan pencere 1938
Münevver, burnunu el örgüsü kalın atkısının içine gömerek hızlı hızlı yürüdü. Ayaz sadece yüzünü dondurmuyor, gözlerini de yaşartıyordu. Başını gökyüzüne
doğru kaldırdı, kar yağsa yumuşardı hava biraz. Ama bulutlu Ankara semaları buna dair hiçbir ipucu vermiyordu. Güneş, onca yoğun bulutun arkasından biraz da çaresizce, “Ne yapayım, elimden gelen bu kadar.” der gibi göz kırp maktaydı. “İyi ki iki kat yün çorap giymişim” diye geçirdi içinden. Evin sıcacık rahatlığına kavuşmak için sabırsızlanı yordu. Elindeki paketi özenle dengelemeye çalışırken atkı sını çekiştirdi telaşla.
“Amannn, bu ne soğuk yarabbi!”

Her gün enstitü çıkışı yaptığı gibi, hiç sağına soluna bak madan hızlı adımlarla ulaşmıştı eve. Üstü minnacık çatı misali kiremit kaplı tahta kapıya ulaştığında nefes nefese kalmış tı. Pirinçten çakçağına bir bakış attı kapıyı açarken. Annesi her daim pırıl pırıl parlasın isterdi, yine öyleydi işte. Âdet edinmişti, her girişinde, geldiğini ev ahalisine haber veren çıngırak çın çın öterken, çakçağa bakardı parlıyor mu diye.

Sabırsızca bahçeden içeri daldı. Çok güzel şapkalar yapmışlar dı enstitüde ve bir an önce anneannesine göstermek istiyordu.

Cebeci’de, yolun tam köşesindeydi konak. Önden hiç de belli etmediği, kocaman on dönümlük bir bahçenin için deydi. Tarif et deseler gösterişli değil, ama ad be ad zarif denecek bir yapıydı. İki yandan dolanan merdivenler, camlı ana kapıya ulaşırdı. Sanki en çok dikkat çekmesi istenen oymuş gibi, kapının üstünde bir kemerden cam, yükselen cam bölümün tam tepesinde de, gümüş renkli bir ay yıldız vardı. Binaya bakınca akılda en çok bu kalırdı.
Ve her eve nasip olmayacak bir komşusu vardı, bir açık hava sineması. Hatta Ankara’nın “tek” açık hava sineması. Çiçek Sineması, adını da konağın bahçesindeki çiçeklerden alırdı. Yaz oldu mu, bütün ev ahalisine şenlikti. Her akşam semaverler, çaylar, kabak çekirdekleri ile doğru evin locasına…

Münevver’in dedesi Ali Çavuş yaptırdığı için, ev, Ali Çavuş’un evi olarak anılırdı. Ali Çavuş erkenden veda etmişti hayata, ama Naile Hanım hâlâ hayatta, otoriter ve dim dik, tipik bir Osmanlı kadını olarak hanede söz sahibiydi. Genelde sert bir kişiliği olduğu için herkes çekinirdi ondan, ama Münevver anneannesine pek düşkündü.
Aile, ana kapıdaki merdivenleri hiç kullanmaz, hep bahçe tarafından girerdi eve. Münevver koşa koşa arkaya dolandı. Kapıyı açan Esma’yı hızlıca selamlayıp koşarak odasına girdi, şapkaları yatağın üstüne tertiplice yerleştirdi. Üstünü değiştirdi, ellerini yıkadı ve doğruca işten gelecek babasını karşılamak üzere hole çıktı.

Annesi, yanakları her zamanki gibi al al olmuş halde mut fak tarafından geldi içerdeki kızlara söylenerek. Ona göre hiçbir şey yeterince mükemmel olamıyordu. Ahmet Bey kolay beğenmezdi zira. Aslında Ahmet Bey kolay beğenir biri de olsa, Hatice Hanım yine evle ilgili her şey sıradanın öte sinde “mükemmel” olsun isteyecekti de, bunu düşünmeye hiç vakti olmamıştı.

Kapıda anakız çarpıştılar. Naile nine oturduğu koltuktan ağırca seslendi:
“Münevver kızıııım, yavaş olasın, bak genç kız oldun ar tık. Öyle insanların üstüne hücum eder gibi yürüme!”

Benzer İçerikler

Kayıp Gül

yakutlu

Ben Paraya Tap(m)ıyorum

yakutlu

Son On Beş Dakika

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy