Kör Talih-Stanislaw Lem

NAPOLİ – ROMA

Sonuncu gün hepsinden daha uzun ve gergin geçti. Sinirli veya korkmuş olduğum için değil; öyle olmam için bir neden yoktu. Kendimi, çeşitli dillerin konuşulduğu bir kalabalığın ortasında, çok yalnız hissediyordum. Kimsenin bana aldırdığı yoktu; eskordanın bile ortada görünmüyordu. Zaten hiç tanımadığım kişilerdi. Bir gün sonra sahte kimliğimden kurtulacağımı bilmek gerçekte beni rahatlatıyor olmalıydı. Zira, bir an için bile, Adams’ın pijamasıyla uyumakla, makinesiyle tıraş olmakla ve körfezde dolaşmış olduğu yerlere gitmekle, kaderi ayartacağıma inanmamıştım. Yol boyunca bir pusu kurulmasını da beklemiyordum -adama otoyolda hiçbir zarar gelmemişti- Roma’da geçireceğim tek gece boyunca ise, özel koruma altında olacaktım. Sadece bu işin bitmesi için sabırsızlık içindeydim, böyle dedim kendi kendime, hem zaten artık görevin fiyasko ile sonuçlandığı anlaşılmıştı. Kendime daha bir sürü aklı başında şey söyledim, fakat bütün bunlar günlük programımı sürekli aksatmamı engellemedi.
Kaplıcayı ziyaretten sonra, Vesuvio oteline saat üç suların da geri dönmem gerekiyordu. Ne var ki, daha ikiyi yirmi geçe otelin yolunu tutmuştum, sanki beni oraya sürükleyen bir şey vardı. Odamda bir şey meydana gelmesine ihtimal yoktu, bu yüzden bir müddet sokakta aşağı yukarı yürüdüm. Mahallenin her yerini biliyordum – köşede bir berber dükkanı, birkaç kapı aşağıda bir tütüncü dükkanı, bir seyahat acentası, sonra geride, yan yana duran binaların içinde, otelin park yeri vardı. Eğer oteli geçip yokuş yukarı yürüyecek olursanız, bir ayakkabı tamircisinin -oraya Adams onarılması için sapı kopmuş bavulunu bırakmıştı- önünden geçiyordunuz -bir de yirmi dört saat açık olan küçük bir sinema salonu vardı. İlk akşam neredeyse içine dalacaktım, zira afişlerdeki gül pembesi yuvarlakların gezegenler olduğunu sanmıştım. Hatamı ancak bilet gişesinin önünde anlamıştım: Afişte gösterilen şey çok büyük bir popoydu. Boğucu sıcak beni etkilemeye başlamıştı, bu yüzden hızla geri gidip köşeyi döndüm ve bir seyyar badem satıcısıyla karşılaştım- bir önceki yılın kestane stoku artık tükenmişti. Vitrinde sergilenen pipoları gözden geçirdikten sonra, tütüncü dükkanına girdim ve sigara içenlere mahsus mentolleri kullanmak adetim olmadığı halde, bir paket Kools aldım. Sinemanın hoparlörlerinden gelen boğuk sesler trafiğin gürültüsünü bastırıyor ve insanın aklına bir mezbaha görüntüsü getiriyordu. Bu arada badem sancısı el arabasını iterek Vesuvio’ya ait üstü kapalı araba yolunun gölgesine girmişti.
Her şey vaktiyle lüks bir otel olan binanın yavaş yavaş çöküp yaşlandığını gösteriyordu. Lobide kimse yoktu ve asansörün içi odamdan daha serindi. Çevremi dikkatle inceledim. Bu sıcakta eşyamı toplamak iyice terlemek demekti, bu durumda ölçme cihazının alıcıları yapışmayacaktı. Bavulumu banyoda -bu eski oteldeki hemen hemen odam kadar büyüktü- toplamaya karar verdim. Banyonun havası da aynı şekilde bunaltıcıydı, fakat hiç olmazsa yer döşemesi mermerdi. Aslan pençeleri üzerinde duran küvette bir duş aldım; sonra yarı ıslak halde, ayağımın altındaki serinliği tatmak için yalınayak durarak, eşyaını bavullara tıkmaya başladım. Tuvalet çantaını doldururken elime sert bir şey geldi. Otomatik tabanca. Aklımdan tamamen çıkmıştı. O anda en çok istediğim şey onu küvetin altına atmaktı; fakat silahı daha büyük bavuldaki gömleklerin altına koydum, sonra göğsümün çevresindeki deriyi dikkatli bir şekilde kuruladım ve alıcıları takmak için aynanın önünde ayakta durdum. Daha önceleri vücudumda bu yerlerde izler meydana geliyordu, ama artık bunlar kaybolmuştu. İlk elektrodu yerleştirmek iç’in kaburgalarımın arasında kalbimin en hızlı attığı yeri buldum, fakat diğer elektrot köprücük kemiğimin çukuruna yapışmayı reddetti. Deriyi yeniden kuruladım ve alıcı köprücük kemiğinin dışına taşmasın diye iki yanına bant yapıştırdım. Bu işte acemiydim; daha önce hiç bu işi tek başıma yapmak zorunda kalmamıştım. Daha sonra: Gömlek, pantalon ve pantalon askısı. Dünya’ya döndükten sonra pantalon askısı kullanmaya başlamıştım. Bu şekilde daha rahat ediyordum, çünkü sanki her an düşecekmiş gibi gelen pantalona durmadan el atmam gerekmiyordu. Yörüngede olduğunuz zaman giysilerinizin ağırlığı yoktur, fakat Dünya’ya döner dönmez “pantalon refleksi” başlar; pantalon askısının nedeni buydu.
Hazırdım. Her şey mükemmel şekilde planlanmıştı. Öğle yemeği, hesabı ödemek ve araba anahtarlarını almak için üç çeyrek saat; otoyola çıkmak için yarım saat, trafik sıkışıklığını dikkate almalı ve kendime on dakikalık bir yedek süre vermeliydim. Dolap çekmecelerini kontrol ettim, bavullarımı kapının yanına koydum, yüzüme biraz soğuk su çarptım, alıcıların gözüküp gözükmediğini anlamak için kendimi aynada son bir defa kontrol ettikten sonra, aşağıya inen asansöre bindim. Lokanta daha şimdiden dolmuştu, ter içinde bir garson önüme bir şişe kırmızı şarap koydu, ben de fesleğen soslu spagetti ile bir termos dolusu kahve ısmarladım. Yemeğimi henüz bitirmiştim ve saatime bakıyordum ki, hoparlörden sinir bozucu bir anons duyuldu: “Bay Adams telefondan isteniyor.” Ellerimin üzerindeki ince tüylerin diken diken olduğunu gördüm. Acaba telefona gitmeli miydim? Yoksa gitmemeli miydim? Tavus kuşu mavisi bir gömlek giymiş göbekli bir adam pencerenin yanındaki küçük bir masadan ayağa kalktı ve telefon kabinine yöneldi. Aynı adı taşıyan başka birisi. Adams gerçekten de oldukça sık rastlanan bir addı. Artık bunun bir yanlış alarm olduğunu anlamıştım, ama hâlâ kendime karşı olan kızgınlığım geçmemişti: Sakin tavrıının sadece yüzeysel olduğu ortaya çıkmıştı. Zeytinyağını temizlemek için ağzımı sildim, acı tadı olan bir hap yuttum, şarabın geri kalanıyla onu mideme yolladım ve resepsiyona gitmek için ayağa kalktım. Otel hâlâ gösterişli mobilyaları, alçıdan yapılmış süslemeleri ve kadife örtüleriyle böbürleniyordu, ama yine de arka taraftan gelen çeşitli mutfak kokuları kolaylıkla fark ediliyordu. Otel ekşili lahana geğiren bir asilzade gibiydi.
Böylece ayrıldım. Bir hamal bavullarımı dışarıya taşıdı ve ben de onun peşinden inatçı sıcağın içine daldım. Kiralık bir Hertz arabası iki tekerleği kaldırıma çıkmış bir şekilde bekliyordu. Bir cenaze arabası kadar siyah bir Hornet. Hamalın bavullarımı bagaja koymasını son anda önledim -vericinin oraya yerleştirildiğini düşünüyordum- ve adamı bahşiş vererek uzaklaştırdım. Otomobilin içine girmek tıpkı bir fırına girmeye benziyordu. Hemen ter içinde kaldım ve elimi eldivenler için cebime attım. Gereksizdi, zira direksiyon deriyle kaplanmıştı. Bagajın boş olduğunu görmüştüm – öyleyse amplifikatörü nereye koymuş olabilirlerdi? Cihaz yolcu tarafındaki yer döşemesinin üzerinde bir derginin altında saklıydı. Dergi yere o şekilde yayılmıştı ki, kapağındaki yatmış ve ıslak parlak dili dışarıya sarkmış çıplak kadın hiç kımıldamadan bana bakıyordu. Hiç ses çıkarmadım, ama yoğun trafiğe karışmaya başladıktan sonra, içimde bir şey sessizce homurdandı. Bir trafik lambasından diğerine uzanan kesintisiz bir hat. Her ne kadar yeterince uyumuş olsam da, kendimi keyifsiz ve sinirli hissediyordum, önce huzursuz, sonra biraz sersemlemiş. O Tanrının belası spagettiyi yemenin cezasını çekiyordum, normal olarak ağzıma koyduğum bir şey değildi. Her zaman aynı şey oluyordu: Tehlike arttıkça, kilo almam fazlalaşıyordu. Bir sonraki kavşakta klimayı açtım, alet hemen egzoz üfürmeye başladı. Onu kapattım. Arabalar, İtalyan stili, çamurluk çamurluğa değecek şekilde sıralanmışlardı. Bir yan yoldan geçiş. Her iki aynadan da araba tepelerinden ve otomobil kaputlarından başka bir şey görülmüyor, la potente benzina italiana karbon monoksit kokuyordu ve ben bir otobüsün ardına takılmış, çıkardığı pis kokulu egzozun esiri olmuştum. Hepsi bir örnek yeşil kep takmış çocuklar arka camdan bana ağızları açık bir şekilde bakıyorlardı. Mideme bir yumruk oturmuş gibiydi, başım ateş gibi yanıyordu ve kalbimin üzerine yapışmış alıcı, direksiyonu her oynatışımda, pantalon askıma takılıyordu. Bir Kleenex paketi açtım ve direksiyonun üzerine birkaç kağıt mendil yapıştırdım. Burnum, her zaman bir fırtınadan önce yaptığı gibi, gıcıklanmaya başlamıştı. Bir defa, sonra yeniden, aksırdım ve kısa bir zaman sonra aksırmakla o kadar çok meşguldum ki, açık mavi renkli deniz ufkunda artık kaybolmakta olan Napoli’den nasıl ayrılmış olduğumu anlayamadım. Artık Strada del Sole boyunca gidiyordum. Trafiğin yoğun olması gereken bir saatte olmamıza rağmen fazla kalabalık yoktu, ne var ki, sanki Plimasine içmemiş gibiydim: Gözlerim yanıyor, burnum akıyordu; ağzım ise kupkuruydu. Otelde iken iki bardak kapuçino içmiş olclu ğum halde, biraz kahve iyi gelebilirdi, ama Magdalena’ya kadar kahve molası yoktu. The Herald gazetesi yine bir grev yüzünden gazete satılan yerlerde bulunmuyordu. Egzoz çıkaran bir Fiats ile bir Mercedes arasında sıkışmış giderken radyoyu açtım. Haberler okunuyordu, ama söylenenlerin çoğunu anlamadım. Bazı göstericiler bir binayı ateşe vermişlerdi. Güvenlik görevlilerinden birisiyle röportaj yapıldı. Kadınların yeraltı hareketinden gelecekte başka gösteriler bekleniyordu; sonra kalın sesli bir kadın, teröristlerin Papa’yı suçlayan bildirisini okudu, bunu gazetecilerin bazı yorumları izledi.
Kadınların yeraltı hareketi. Artık hiçbir şey şaşkınlık uyandırmıyordu. İnsanlar şaşırma yeteneklerini tamamen kaybetmişlerdi. Hem zaten kadınlar neye karşı mücadele ediyorlardı? Erkeklerin zorbalığına karşı mı? Kendimi bir zorba gibi hissetmiyordum, diğerlerinden daha fazla değil. Çapkın erkeklerin Tanrı yardımcısı olsundu! Acaba onlara ne yapmayı düşünüyorlardı? Sonunda kilise mensuplarını da kaçırmaya kalkışacaklar mıydı? Radyoyu, bir çöp kutusunun kapağını kapatır gibi, sertçe kapattım.
Napoli’de olmak ve Vezüv’ü görmemek – bu benim için hemen hemen affedilmez bir şeydi. Her zaman yanardağlara yakınlık duymuş olduğum için daha da fazla affedilmez. Elli yıl önce babam bana uyku vakti onlarla ilgili hikâyeler anlatırdı. Yaşlanıyorum, diye düşündüm ve bu düşünce sanki bir ineğe dönüşüyorum demişim gibi beni sarstı. Yanardağlar sağlam şeylerdi, güven duygusu veren şeylerdi. Dünya yarılır, lav akar, evler yıkılır. Her şey beş yaşındaki bir çocuğa çok harika ve basit gözükür. Bir kraterden Dünya’nın merkezine inilebileceğinden emindim, babam buna karşı çıkmış olsa bile. Karşı çıktıktan hemen sonra ölmüş olması çok yazıktı; benimle çok gurur duyabilirdi. Uzay aracını modüle bağlarken bağlantıların o muhteşem sesini dinlediğin sırada, sonsuz uzayın korkunç sessizliğini düşünmeye vaktin olmaz. Kabul ediyordum, kariyerim kısa sürmüştü, bunun nedeni de Mars’a layık olmadığımın ortaya çıkmasıydı. Bu duruma babam benden daha fazla üzülürdü. Ne yani “ onun ilk uçuşundan hemen sonra ölmesini ve böylece sana hâlâ inanıyorken gözlerini kapamasını mı tercih ederdin? Şimdi bunu benim alaycılığıma mı vermeli, yoksa adiliğime mi? Gözlerini yoldan ayırmasan daha iyi edersin.
Çılgınca boyanmış bir Lancia’nın arkasına sığışırken, aynaya baktım. Hertz’den kiralanmış olan Chrysler’den eser yoktu. Marianelli yakınlarında bir şey gözüme ilişmişti, ama emin değildim, çünkü diğer araba yeniden ortadan kaybolmuştu. Şu anda tekerlekler üzerinde yol alan enerjik kalabalıkla dolu bu kısa ve sıkıcı otoyol, sırrını sadece bana veriyordu, bu sır hem eski, hem de yeni dünyaya ait polislerin elinden esrarlı bir şekilde kurtulmuştu. Sadece benim bagajımda, spor veya eğlenmek için değil, bilinmeyenden gelecek kalleş bir darbeyi davet etmek için, bir hava yatağı, bir sörf tahtası ve bir badminton raketi vardı. Kendimi biraz heveslendirmeye çalıştım, fakat görev artık bir macera olmaktan çıkmış, işin zevki kalmamıştı. Düşüncelerim artık ölüm saçan bu esrarlı komplonun üzerinde değildi, tek düşündüğüm şey sürekli akan burnumu durdurmak için bir sonraki Plimasine’ni içmek vaktinin gelip gelmediğiydi. Chrysler’in nerede olduğu umurumda değildi; hem üstelik vericinin yüz millik bir yayın alanı vardı. Bir zamanlar büyük annemin çatı katındaki çamaşır ipinde Lancia’nın rengine benzeyen uzun paçalı bir don asılıydı.
Altıyı yirmi geçe gaza basmaya başladım. Bir müddet bir Volkswagen’in peşinden gittim. Arabanın arkasına bana hafif sitemle bakan bir çift koyun gözü resmedilmişti. Otomobil kişiliğin abartılmış şeklidir. Daha sonra Arizonalı bir yurttaşımın arkasına geçtim. Arabasının çamurluğuna bir çıkartma yazı yapıştırılmıştı: GÜZEL BİR GÜN GEÇİR. Önümde ve arkamda arabalar vardı, bunlar her şekil ve renkte -portakal rengi ve ahududu kırmızısı da dahil olmak üzere- kayık motorları, su kayakları, golf çantaları, balık avlama gereçleri, kısa saplı kürekler ve çıkınlarla tepeleme doluydu: Avrupa güzel bir gün geçirmek için elinden geleni yapıyordu. Daha önce birçok defalar yapmış olduğum gibi sağ elimi, sonra sol elimi ayrı ayrı kaldırdım ve gerilmiş parmaklarımı inceledim. Hiçbirisi titremiyordu. Bunun ilk işaret olduğunu söylerler. Fakat kim bunu kesinlikle söyleyebilir? Hiç kimse bu gibi konularda bir otorite olduğunu ileriye süremez. Tam bir dakika boyunca nefesimi tutacak olsaydım, Randy, hiç şüphesiz, paniğe düşecekti. Ne kadar budalaca bir fikir!
Bir viyadük. Rüzgar beton direkler boyunca bir çırpınma sesi çıkardı. Manzaraya kaçamak bir göz attım, ufuktaki dağlara kadar ıssız yeşilliğin harikulade bir panoraması uzanıyordu. Bir tahtakurusu kadar yassı bir Ferrari beni hızlı giden araçlara ait şeritten dışarıya çıkardı ve ben yeniden daha çok küfretmeye benzeyen bir aksırık nöbetine tutuldum. Ön cam sinek kalıntılarıyla benek benek olmuştu, pantalonum baldırlarıma yapışıyor ve sileceklerin parlaklığı gözlerimi rahatsız ediyordu. Burnumu temizlediğim sırada, Kleenex paketi ön koltukların arasındaki boşluğa düştü ve bir hışırtı sesi çıkardı. Yörüngedeki o natürmort görüntüyü kim tarif edebilir? Tam her şeyi bağlamış, güvenlik altına almış, mıknatıslamış ve yapıştırıcıyla tutturmuş olduğunuzu sandığınız sırada, gerçek gösteri başlar -keçe uçlu kalemlerin, gözlüklerin ve boşlukta kertenkele gibi kıvrılan serbest kablo uçlarının hızla dönen kargaşası. En kötüsü de ekmek kırıntılarıydı, elektrikli süpürge ile kırıntıları aramak…
Veya saç kepeği. İnsanoğlunun evrensel adımlarının gizli arka planı genellikle sessizce geçiştirilmiştir. Sadece çocuklar Ay’m üzerinde nasıl çiş yaptığını sormaya cesaret edebilirler.
Dağlar kahverengi, sağlam, sakin ve biraz da tanıdık bir şekilde yükseliyordu. Dünya’nın en manzaralı yerlerinden biri. Daha sonra yol yön değiştirdiği zaman, güneş arabanın içinde bir dikdörtgen şekli çizerek yer değiştirmeye başladı, bu da aklıma ışığın kabinin içindeki sessiz ve şahane döngüsünü getirdi. Gecenin ardına saklanan gündüz, yeryüzünün yaratılışından önce olduğu gibi ikisinin birbirine karışması ve sonra insanoğlunun uçma rüyası gerçekleşir ve vücudun şaşkınlığı, imkânsızın mümkün olduğu zaman duyduğu dehşet…
Devinim hastalığı üzerine birtakım konferanslara katılmış olmama rağmen, bu konuda kendime has fikirlerim vardı. Hareket hastalığı sıradan bir mide bulantısı değildi, barsakların ve dalağın paniğe kapılmasıydı; genellikle ön planda olmamalarına rağmen, protesto ediyorlardı. Onların şaşkınlığı bende sadece merhamet uyandırmıştı. Kozmosun keyfini sürdüğümüz bütün süre boyunca, bu durum onları hasta yapmıştı. llk baştan beri buna katlanamamışlardı. Onları oraya sürüklemekte ısrar ettiğimiz zaman, isyan etmişlerdi, yine de eksersizin kesinlikle yararı olmuştu. Bir ayıya bisiklete binmesi öğretilebilir, ama yine de bu hayvanın bu işe uygun olduğunu göstermez. Her şey tamamen saçmaydı. Ön beyindeki kan basıncı ve barsaklardaki sertleşme ortadan kalkana kadar eksersizi sürdürmüştük, fakat bu sadece kaçınılmaz olanın ertelenmesiydi: Er veya geç aşağıya inmek zorundaydık. Yeryüzüne indikten sonra acı veren basınca, dizlerimizi ve sırtımızı bükemernemin verdiği işkenceye ve kafalarımızın fırıldak gibi döndüğü duygusuna katlanmak zorunda kalmıştık Bu yan etkilerin tamamen farkındaydım, çünkü birçok defa atlet yapılı eğitilmiş adamların hareket edememeleri yüzünden çok rahatsız bir durumda kaldıklarını görmüştüm, adamların geçici olarak vücut ağırlıklarından kurtulabilmeleri için küvete sokulmaları gerekmişti. Niçin durumun benim için farklı olacağını düşünmüştüm, eğer biliyorsam kahrolayım.
O sakallı psikoloğa göre benim durumum sıradışı değildi. Ne var ki, yerçekimi duygusunu yeniden kazandıktan sonra bile, yörüngesel ağırlıksızlığın anısı bir çeşit nostalji gibi sizi rahatsız etmek için geri döner. Bizler kozmos için yaratılmamıştık, bu yüzden de hiçbir zaman vazgeçmeyecektik.
Yanıp sönen kırmızı bir işaret beynimi devre dışı bırakarak dosdoğru ayağıma gitti. Tekerleklerim dökülmüş pirinç gibi, sadece daha iri, doluya benzeyen ve sonunda cam olduğu anlaşılan bir şeylerin üzerinde dönerken çatırtılı bir ses çıkardı. Trafik emekliyor gibi yavaşlamıştı; sağ şerit koni şeklindeki trafik işaretleriyle kapatılmıştı. Araba sıralarının gerisinde birşeyler görmeye çalıştım ve bir tarlaya yavaş yavaş inen sarı renkli bir helikopter gözüme çarptı, toz aracın gövdesinin altında un gibi savruluyordu. Yerde iki madeni gövde yatıyordu, motor kapakları açılmış ve ön kısımları iç içe geçmişti. Ama niçin yoldan bu kadar uzakta? Ve niçin etrafta hiç kimse yoktu? “Daha hızlı, daha hızlı!” diye kollarını sallayan bir sıra polis memurunun yanından geçerken yeniden tekerleklerin altında çatırdayan cam sesleri. Polis miğferleri, cankurtaranlar, sedyeler, tek tekerleği hâlâ dönen ve sinyal lambası hâlâ yanıp sönen ters dönmüş bir araba… Otoyol bir duman bulutu içindeydi. Asfaltın yanmasından dolayı mı? Benzin olması daha muhtemeldi. Arabalar yeniden sağ şerite geçmeye başladı ve trafik hızlanır hızlanmaz nefes almak daha kolaylaştı. Tahminlere göre kırk kişi ölmüştü. Az sonra yerden yüksekte duran bir lokanta göründü. Yan tarafındaki geniş area di servizio’da yer alan araba tamirhanelerinin karanlık içi lehim aletinden çı kan kıvılcımlarla aydınlandı. Yolölçen aletime bakılırsa, bir sonraki yol ayrımı Cassino idi. Yolun ilk virajında ansızın burnumun gıcıklanması geçti: Plimasine en sonunda spagettinin içinden yolunu bulmuştu.
Bir viraj daha. Bir an alt taraftan izleniyormuşum gibi ürpertici bir duyguya kapıldım, sanki birisi sırtüstü yatmış her hareketimi koltuğumun altından izliyordu. Dilini çıkarmış sarışının gösterildiği dergi kapağının üzerine güneş vurmuştu. Gözlerimi yoldan ayırmadan öne doğru eğildim ve dergiyi ters çevirdim. Bir astronot için oldukça zengin bir iç dünyan var – Rorschach testinden sonra psikolog bana böyle demişti. Konuşmayı kim başlatmıştı, o mu, yoksa ben mi, hatırımda değil. İki çeşit endişe vardır, demişti, biri kuvvetli, diğeri zayıf, ilki hayal gücünden gelir, diğeri ise dosdoğru yürekten. Ciddi miydi, yoksa çok hassas olduğumu ima ederek beni teselli etmeye mi çalışıyordu?
Bulutlardan geriye sadece bulanık ve soluk bir iz kalmıştı. Yavaş yavaş bir benzin istasyonuna yaklaştım. Tam yavaşlamak üzereydim ki, uzun saçları rüzgârda savrulan kaçığın biri, harap bir Votan’ın içinde, bir sürü gürültü ve patırtı çıkararak, yanımdan geçip gitti. Pompalara doğru yöneldim ve depo doldurulurken termosun içinde kalanı, dibindeki sarımsı-kahverengimsi şeker çöküntüsüyle birlikte, bitirdim. Kimse camdaki yağ ve kan izlerini silmek zahmetinde bulunmadı. Arabayı bir inşaat alanının yanına çekerek dışarıya çıktım ve gerindim. Park ettiğim yerin yakınında duvarları camdan bir market vardı. Adams orada durup on sekizinci veya on dokuzuncu yüzyıldan kalma İtalyan tarot kartlarının taklidi bir deste oyun kağıdı almıştı. İstasyon genişletilme aşamasındaydı; yeni bir pompa için kazılmış çukurun çevresinde beyaz renkte bir çakıl taşı yığını vardı. Cam kapı ikiye ayrıldı ve markete girdim, içeride kimse yoktu. Acaba siesta vakti miydi? Hayır, saat bunun için fazla geçti. Üst üste dizilmiş cafcaflı kutuların ve yapma meyvelerin arasında dolaştım. Üst kata çıkan beyaz bir yürüyen merdiven ben ne zaman yanına gitsem hareket etmeye başlıyor, uzaklaştığım anda duruyordu. Ön vitrinlerin yakınına konmuş bir televizyon ekranında kendimi profilden gördüm. Siyah ve beyaz görüntü gün ışığında titredi ve olduğumdan daha soluk görünmeme neden oldu. Ortada tezgahtar yoktu. Raflar ucuz hatıralık eşya ve hepsi aynı cinsten kartpostal yığınlarıyla doluydu. Biraz bozuk para için elimi cebime attım. Bir tezgahtar bulmak için çevreme bakınırken, çakıl taşlarının tekerlekler altında ezildiğini duydum. Beyaz bir Opel patinaj yaparak durdu ve içinden kot pantalon giymiş bir sarışın çıktı. Kız çukurların çevresinden dolaşarak markete girdi. Sırtım dönük olduğu halde, onu televizyon ekranından görebiliyordum. Benden sadece on-on beş adım ötede, hiç kımıldamadan ayakta duruyordu. Vezüv’ü körfezin karşısında duman çıkarırken tasvir eden antika bir tahta oyma taklidini tezgahın üzerinden aldım. Aynı yerde üzerlerine Pompei freskleri resmedilmiş bazı kartpostallar vardı, bunlar babalarımızı şok edecek cinsten şeylerdi. Sarışın bana doğru birkaç adım attı, sanki tezgahtar olup olmadığım konusunda karar vermeye çalışıyormuş gibiydi. Yürüyen merdiven sessizce harekete geçti, ama kızın pantalonlu küçük görüntüsü uzaklığını korudu.
Döndüm ve çıkışa doğru yöneldim. Şu ana kadar sıradışı bir şey olmamıştı. Kızın çocuksu bir yüzü, boş bakışlı gözleri ve küçük narin bir ağzı vardı. Sadece bir kez, onun yanından geçerken, yavaşladım; işte o sırada kız iri gözlerini üzerime dikti, aynı anda tırnağıyla bluzunun yakasını tırmalıyordu; sonra hiç ses çıkarmadan, gözünü bile kırpmadan, sırtüstü devrildi. Kızın bu davranışı o kadar ani olmuştu ki, ben daha ona doğru atılamadan önce, kız yere yığılmıştı. Onu yakalayamadım, sadece düşüşünü hafifletebil rnek amacıyla çıplak kollarından tutabildim, sanki kızın arzusu üzerine sırtüstü uzanmasına yardım ediyormuş gibiydim. Kız orada oyuncak bir bebek gibi kımıldamadan yatıyordu. Dışarıdan bakan herhangi biri devrilmiş bir plastik mankenin yanında diz çökmüş olduğumu düşünebilirdi – bu mankenlerden birkaçı Napoliten giysiler içinde iki yanımdaki vitrinlerde duruyordu. Kızın bileğini yakaladım; nabız atışı zayıf, ama düzenliydi. Dişleri kısmen meydandaydı ve gözlerinin akı gözüküyordu, sanki kız gözkapakları yan açık bir şekilde sırtüstü uyuyormuş gibiydi. Yüz metreden daha az bir mesafede arabalar pompalarda duruyor, sonra yeniden dönüp del Sole boyunca uğuldayan trafiğin kesintisiz akışına karışıyordu. Ön tarafta sadece iki araba park etmişti – benimki ile kızınki. Yavaşça ayağa kalktım ve yerde uzanmış yatan şekle baktım. Kızın ön kolu ince bileğini bırakır bırakmaz gevşekçe yana sallandı; kolun diğer kısmı da onunla birlikte hareket edince koltuk altındaki açık sarı kıllar ortaya çıktı; o zaman çiziklere veya minyatür bir dövmeye benzeyen iki küçük işaretin farkına vardım. Daha önce benzer işaretleri toplama kampı mahkumlarnda görmüştüm – SS’nin runik işaretleri. Fakat bunlar daha çok sıradan bir doğum lekesine benziyordu. İçimden yeniden yere diz çökmek geldi, ama kendimi engelledim ve bunun yerine çıkışa doğru yöneldim. Sanki sahnenin bittiğini göstermek ister gibi yürüyen merdiven ansızın durdu. Dışarıya çıkarken geriye son bir bakış attım. Bir grup parlak renkli balon önümü kapatıyordu, ama yere serilmiş vücudu hâlâ televizyon ekranından görebiliyordum. Görüntü oynadı, ama hareket edenin kız olduğuna yemin edebilirdim. İki-üç saniye daha bekledim, fakat hiçbir şey olmadı. Cam kapı nazikçe geçmeme izin verdi; yığınların üzerinden atladım, Hornet’e bindim ve Opel’in plakasını görebilmek için arabayı geri aldım. Bir Alman plakasıydı. Bir golf sopası arka kanapeye tıkıştırılmış alacalı bulacalı eşyanın içinden dışarıya çıkmıştı.
Trafiğe karıştıktan sonra, artık zihnimi işgal eden başka düşünceler olduğunu anladım. Olayın sessiz bir sara nöbeti, un petit mal, görüntüsü vardı. Böyle krizler, çırpınmasız olanlar bile, ender görülen şeyler değildi. Kız ilk belirtilerin başladığını hissetmiş, arabayı durdurmaya karar vermiş ve markete girdikten sonra ansızın bayılmış olabilirdi. Bu, kızın boş bakışlarını ve bluzunun yakasın kaşırken parmaklarının böcekimsi hareketini açıklayabilirdi. Rol yapmış olma ihtimali de her zaman vardı. Kızın Opel’ini yol boyunca görüp görmediğimi hatırlayamadım, fakat o kadar da dik• kat etmemiştim; bundan başka aynı beyaz renk ve dikdörtgen hatları olan kaç Opel ile karşılaşmış olduğumu söylemem de mümkün değildi. Zihnimde her bir ayrıntıyı gözden geçirdim, her şeyi sanki bir büyüteçle inceledim.Böylesi bir markette üç değilse bile, en azından iki tezgahtar olmalıydı. Hepsi birden aynı anda bir şeyler içmeye mi gitmişlerdi? Tuhaf. Aslında günümüzde bunun bile olması mümkündü. Belki markete günün o saatinde hiç müşteri gelmeyeceğini bildiklerinden sıvışıp bir kafeye gitmişlerdi. Kız ise krizi benzin istasyonu yerine markette geçirmenin daha iyi olacağını düşünmüştü, zira supercortemaggiori tulumları içindeki işçilerin seyretmekten hoşlanacakları bir sahne yaratmak istememişti. Bütün bunlar mantıklı geliyordu, belki hatta fazla mantıklı. Kız tek başına yolculuk ediyordu. Onun durumunda olan kim tek başına yolculuk etme riskini göze alabilirdi? Eğer kendine gelse bile, kızın tekrar direksiyonun başına geçmesine izin vermezdim; ona Opel’ini park etmiş olduğu yerde bırakmasını ve benim arabama binmesini önerirdim. Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı. Eğer sadece bir turist olsaydım, benim de tam olarak yapacağım şey buydu.
Sıcaklık etkisini göstermeye başlamıştı. Orada kalmalı ve beni tuzağa düşürmelerine izin vermeliydim – yani eğer bu bir tuzak idiyse. Burada olmamın da nedeni buydu, kahretsin! Kızın bayılma krizinin gerçek olduğuna ne kadar ikna olursam, ondan emin olmam o kadar azalıyordu. Hem sadece bayılma kriziyle ilgili olarak değil. İnsanlar bir marketi o şekilde başıboş bırakıp gitmezlerdi, üstelik neredeyse bir süpermarket büyüklüğünde olan o yeri. Kasada bile kimse yoktu. Tam karşıda, çukurların gerisinde bulunan küçük kafeden marketin içinin tamamen görünebilir olduğu doğruydu. Ne var ki, benim oraya gideceğimi kim daha önceden bilebilirdi? Hiç kimse. Zaten peşinde olduklar kimse ben değildim – eğer rasgele bir kurban olarak seçilmemiş isem. Eğer öyleyse, kimin kurbanı? Hepsinin birden bu işin içinde olmaları gerekti, yani tezgahtarlar, kasiyer ve kız. Bu fikir bana çok aşırı geldi. O halde, sadece bir rastlantı. Böylece başlamış olduğumuz yere geri dönmüştük Adams Roma’ya kadarki yolu olaysız geçmişti. Hem de tek başına. Peki, ya ötekiler? Birden Opel’deki golf sopasını hatırladım. Aman Tanrım, aynı tip sopalardı…
Kendime hakim olmaya kararlıydım, her ne kadar daha şimdiden kendimi bir aptal yerine koymuş olsam da. Kötü, ama inatçı bir aktör gibi, yüzüme gözüme bulaştırmış olduğum rolü kaldığım yerden oynamaya başladım. Bir sonraki benzin istasyonunda arabadan inmeden bir iç lastik istedim. Yakışıklı, esmer bir adam tekerleklerimi inceledi ve “Sizin tekerleklerin iç lastiği yok, efendim,” dedi. Yine de vazgeçmedim. Lastiğin parasını öderken, bir gözüm de, Chrysler’i kaçırmamak için, yolun üzerindeydi. Eser yoktu. On dört kilometre sonra iyi durumda olan tekerlek lastiklerinin birini yedek ile değiştirdim. Bunu yaptım, zira Adams da bir lastik değiştirmişti. Krikonun başına çömeldiğim sırada sıcak sonunda beni tamamen ele geçirdi. Yağlanması gereken kriko gıcırdıyordu. Tepemde gökyüzü görünmeyen jetlerin keskin gümbürtüleriyle deliniyordu, bu durum aklıma Normandiya’da köprü başını koruyan gemi topçusunun açtığı ateşi getirdi. Şu anda bunu aklıma getiren şey neydi? Daha sonra Avrupa’ya başka bir yolculuk yapmıştım, bu defa resmî gösterinin bir parçası, Mars seferinin bir mürettebatı olarak – ama bir ‘yedek pilot, sadece ikinci sınıf, uyduruk biri. O günlerde Avrupa bana daha güzel yanlarını göstermişti, şimdi ise, onu daha iyi olmasa bile, hiç değilse daha teklifsiz bir şekilde tanıyordum: Napoli’nin çiş kokan arka sokakları, korkunç görünüşlü fahişeler, hâlâ sahip olduğu yıldızlarla övünen, ama içten içe çökmüş olan ve fahişelerin yuvalandığı o otel; bir zamanlar böylesi kutsal bir yerin yanında yer alacağı akla bile gelmeyen o porno evi. Ne var ki, belki tersi doğruydu. Belki de Avrupa’nın yukarıdan, tepeden, çürümekte olduğu söylentisinde bir gerçek payı vardı.
Metal kaporta ve alet kutusu ateş gibi yanıyordu. Ellerimi bir temizleme-kremiyle sildim, Kleenex ile kuruttum, sonra yeniden arabaya bindim. Son benzin istasyonunda bir şişe Schweppes almıştım, ama onu açmak epeyce vaktimi aldı, zira üzerinde şişe açacağı olan cep çakısını bulamadım. Acı sıvıyı yudumlarken Randy’i düşündüm, adam otoyolun bir yerlerinde araba sürerken benim içmemi dinliyordu. Baş koyma yeri güneşin ışınlarıyla iyice kızmıştı ve enseni kıtır kıtır pişmiş gibi geliyordu. Asfaltın üzerinde, ufka yakın bir yerde, bir su birikintisi gibi madeni bir parıltı vardı. Uzaklarda gök mü gürlüyordu? Jetlerin gökyüzünde gürlediği o vakit de gök gürültüsü olması çok muhtemeldi ve otoyolun sürekli uğultusu fırtınanın daha hafif seslerini duymamı engellemişti. Artık bütün sesler altın sarısı bulutların içinde çatırdayan gökgürültüsü tarafından silinmişti, sonunda keskin sarı bir örtü dağların üzerini örttü.
Bazı yol işaretlerinden Frosinone’ye yaklaşmakta olduğumu anladım.. Ter sırtımdan aşağıya süzülüyordu, sanki birisi omuzlarımın arasında bir kuştüyü dolaştırıyordu. Fırtına, İtalyanlara mahsus bütün tiyatrovariliği sergileyerek bir damla yağmur bile düşmeden tehditkar bir şekilde homurdanırken, gri bulut kümeleri hafif bir sonbahar sisi gibi manzaranın önünden geçiyordu. Bir keresinde keskin bir virajı alırken, uzun çapraz bir sütunun bir bulutu yola doğru çekmeye çalıştığı yeri görebildim. Ön cama çarpan ilk yüklü damlaların sesi rahatlatıcı bir ferahlık getirdi. Ansızın şiddetli bir sağanak başladı.
Artık ön camım bir savaş alanı olmuştu. Silecekleri çalıştırmadan önce biraz bekledim. Böcek kalıntıları sonunda su ile akıp gidince silecekleri kapattım ve arabayı yolun kenarına çektim, orada tam bir saat boyunca park etmem gerekiyordu. Yağmur bardaktan boşanır gibi inip arabanın üstünü dövüyor, geçip giden arabalar ardlarında renkli titrek damlaların bulanık izlerini ve suyun dalgalı püskürtülerini bırakıyordu, ben bu arada sadece sırtımı dayayıp oturdum ve gevşedim. Az sonra su yan camdan dizime damlamaya başladı. Bir sigara yaktım ve ıslanmaması için avcumda tuttum. Mentol ağzımda acı bir tat bıraktı. Gümüş rengi bir Chrysler yanımdan geçip gitti, ama ön camım o kadar su içindeydi ki, onun beklediğim araba olup olmadığından emin olamadım. Gökyüzü kararmaya başlamıştı. llk önce şimşek göründü, sonra madeni bir levha parçalanıyormuş gibi bir çatırtıyla gökgürültüsü geldi. Vakit geçirmek için şimşek çakmasıyla gökgürlemesi arasında geçen saniyeleri saymaya başladım. Otoyol uğuldayıp duruyordu; hiçbir şey onu susturamazdı. Saatimin akrep ve yelkovanına göre yediyi geçiyordu: Vakit gelmişti. İstemeye istemeye dışarıya çıktım. llk başta soğuk rüzgar beni rahatsız etti, ama bir müddet sonra canlandırıcı bir etki yaptı. Bütün bu süre bo yunca sileceklerimi düzeltiyormuş gibi yapıp yola göz atmayı sürdürdüm. Kimsenin bana dikkat ettiği yoktu; tek bir devriye arabası bile geçmedi. Kemiklerime kadar ıslanmış olarak yeniden arabaya bindim ve sürdüm.
Fırtına yavaşlasa bile, hava her an biraz daha kararıyordu. Frosinone’yi geçtikten sonra yağmur tamamen durdu, yol daha kuruydu ve yolun iki yanındaki su birikintilerinden hafifçe yükselen beyaz renkli buğu farların ışığına karışıyordu. Sonunda, sanki toprak gece olmadan önce kendini yeni bir ışıkta göstermek istiyormuş gibi, güneş bulutların arkasından göründü. Her şey esrarlı bir pembe ışığa büründüğü sırada, arabayı bir Pavesi lokantasının park yerine sürdüm; bina otoyolun üzerinde kemerlerle yükselmişti. Islak gömleğimi alıcılar daha az fark edilsin diye vücudumdan ayırdıktan sonra, üst kata çıktım. Park yerinde Chrysler’i görmemiştim. Yukarıda insanlar on değişik dilde gevezelik ediyor ve altlarından bovling topları gibi hızla geçen arabalara hiç bakmaksızın yemek yiyorlardı. Belli bir anda, ne vakit olduğunu tam olarak bilmiyorum, ansızın rahatladım ve endişe etmeyi bıraktım. Kız ile geçirdiğim olay sanki yıllar önce olmuştu. Birkaç fincan kahve ve bir bardak Schweppes içip gevşedim ve belki binanın betonarme olduğunu fark etmeseydim gevşemeye devam edebilirdim: Parazit kalp atışlarımı duymaları engelleyebilirdi. Houston ile Ay arasında mesaj gönderirken böyle bir sorunu dert etmezsiniz. Binadan ayrılırken tuvalette ellerimi ve yüzümü yıkadım, aynanın önünde kendimden, hoşnut olmayan bir bakışla saçlarımı düzelttim, sonra tekrar sürüp uzaklaştım.Hâlâ harcamam gereken bir süre vardı, bu yüzden sanki al yolu biliyormuş, bütün yapmam gereken dizginleri tutmakmış gibi arabayı sürdüm. Ne düşüncelere daldım gittim, ne de vaktimi hayal kurmakla geçirdim, dış dünya ilc olan bağ lantımı kestim ve sanki orada değilmişim gibi yaptım – ‘bitkisel hayat’, bir zamanlar ona bu adı vermiştim. Yine de bir şekilde tetikte olmuş olmalıydım, zira arabayı tam vaktinde durdurmayı başardım. Park etmek için uygun bir yerdi, küçük bir tümseğin tam altındaydı, orada otoyol tepenin üzerini çok muntazam bir şekilde kesiyordu. Bu dar aralıktan ufka kadar her yeri görebiliyordum, asfalt kararlı bir enerji ile bir sonraki tepeyi tam ortasından kesmişti. En yakın olanı aklıma bir gözetleme deliğini, en uzaktaki ise bir tüfek boncuğunu getirdi. Ön camı temizlemeden önce, bagajı açmak zorunda kaldım, çünkü bütün Kleenex’leri kullanmıştım. Bavulun yumuşak dibine dokundum, orada silah huzur içinde yatıyordu. Sanki bir rastlantıyla bütün farlar aynı anda yandı. Alt taraftaki geniş düzlüğü inceledim. Napoli yolu beyaz lekelerle yol yol olmuştu, bunlar Roma’ya yaklaştıkça artan bir şekilde kızıla dönüyordu. Roma yolu ise alev almış kömürden bir yatak gibiydi. Meyilin dibinde, sürücüler frenlerini kullanmak zorunda kaldıklarından, yolun o kısmı parlak kırmızının titreşen bir şeritine dönüşmüştü – durgun dalganın güzel bir örneğiydi. Eğer yol üç kere daha geniş olsaydı, Teksas veya Montana’daki bir yol olabilirdi. Yolun kenarından sadece birkaç adım uzakta olmama rağmen kendimi o kadar yalnız hissettim ki, huzurlu bir sükunet ruhumu kavradı. Keçiler kadar insanların da çimene ihtiyaçları vardır ve hiç kimse bunu keçilerden iyi bilemez. Görülmeyen gökyüzünde bir helikopterin döndüğünü duyar duymaz, sigaramı fırlattım ve arabaya girdim, aracın ılık içi hâlâ gündüz sıcaklığının izlerini taşıyordu.
Tepelerin gerisindeki çıplak neon ışıkları Roma’nın yaklaştığının habercisi oldu. Arabayı biraz daha sürmem gerekiyordu, çünkü bana verilen talimat ilk önce şehrin çevresinde bir tur atmaktı. Artan karanlık diğer arabalardaki insanların yüzünü gizliyordu. Arabaların üzerine tepeleme yı ğılmış şeyler tuhaf ve esrarlı şekiller almıştı. Her şey ciddi ve resmi bir görünüş kazanıyordu, gizli imalarla doluydu, sanki yolun sonunda bekleyen çok acil bir şey vardı. Her yedek astronot biraz piç kurusu olmak zorundadır, çünkü içinde bir şey daima asıl astronotların ayağının sürçmesini bekler, eğer beklemiyorsa, budalanın tekidir. Bir kere daha durmak zorunda kaldım. Plimasine, Schweppes ve buzlu suyun kahve ile karışımı etkisini göstermişti. Yolun kenanndan yürüyerek ayrıldım ve çevrem beni şaşırttı. Sadece trafik değil, onunla birlikte zaman da ortadan silinmiş gibiydi. Sırtım otoyola dönükken, egzoz gazlarına rağmen, hafif esintinin içinden çiçeklerin kokusunu alabildim. Şu anda otuz yaşında olsaydım ne yapardım? Böyle sorularla kendini yormanın bir anlamı yok; sen en iyisi pantalon düğmelerini ilikle ve direksiyonun başına geri dön. Kontak anahtarı parmaklarımın arasından kaydı ve arabanın iç lambasını açmak istemediğim için, karanlıkta, pedalların arasında onu el yordamıyla aradım. Arabayı sürerken kendimi ne uykulu, ne de uyanık; ne gergin, ne de rahat hissediyordum, fakat bir şekilde tuhaf, savunmasız, hatta biraz şaşkındım. Sokak lambalarının ışığı ön camdan içeriye doluyor, direksiyonu tutan ellerimi beyaza döndürüyor, sonra yavaş yavaş arabanın arka tarafına çekiliyordu. Afiş panoları hayaletler gibi geçip gidiyordu, beton yol bağlantıları üzerine bastıkça hafifçe gümlüyordu. Şimdi sağa dönüş, Adams’ın şehre girmiş olduğu kuzey yoluna girmek için gerekli geçişi seçmek. Adams artık benim için bir şey ifade etmiyordu. Sadece on bir vakadan biriydi. O sadece eşyasım devralmış olduğum zavallının biriydi. Randy bu konuda ısrar etmişti ve haklıyclı: Eğer bir işi yapacaksan, doğru dürüst yap. Ölü bir adamın gömleklerini ve bagajım kullanıyor olmam beni en ufak bir şekilde rahatsız etmiyordu, eğer ilk başta biraz zorlanmış isem, bunun nedeni sahibinin ölü olması değil, yabancı biri olmasıydı. Yolun ıssız bir kesiminde yol alırken sürekli olarak eksik bir şey olduğu duygusuna kapılıyordum. Camlar açıktı ve rüzgar açmış çiçeklerin kokusunu getiriyordu. Şansıma çimenler gece için dinlenmeye çekilmişti. Bir kere bile burnumu çekmedim. Psikoloji konusunda istediklerini söylesinler, sonunda karar verici etken saman nezlesi olmuştu. Beni başka bir şeye inandırmaya çalışsalar da, bundan emindim. Sanırım söylediklerinde mantıklı bir yan vardı, çünkü ne zamandan beri Mars’da çimen yetişiyor? Bunun yanı sıra toz alerjisi olmak bir kusur değildi. Yine de sicilimde açıklama için ayrılmış olan yere “alerjik” kelimesi yazmış olmalıydı -başka bir deyişle, kusurlu. Bu teşhis yüzünden yedek astronot olmuştum- en iyi aletlerle sivriltilmiş bir kurşunkalem, sonunda tek bir nokta koymak için bile kullanılmamıştı. Bir bakıma yedek bir Christopher Columbus.
Arkası kesilmeden üzerime doğru gelen trafik artık gözlerimi kör etmeye başlamıştı; ilk önce bir gözümü, sonra diğerini kapamaya çalıştım. Acaba yanlış bir yola mı sapmıştım? Tek bir çıkış bile bulamıyordum. Üzerime bir umursamazlık çöktü: Gecenin içinde gitmeye devam etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Eğik olarak aydınlatılmış dev gibi bir panonun üzerinde ROMA TlBERlNA yazıyordu. Demek ki doğru yöndeydim. Şehrin merkezine yaklaştıkça ışıkların ve trafiğin yoğunluğu arttı. Şansıma yolumun üzerindeki bütün oteller birbirine yakındı. Her birinde açılmış ellerin aynı hareketiyle karşılandım, “Mevsim dolayısıyla! Boş yer yok!” – yeniden direksiyonun başına geçmek zorunda kaldım. Son otelde boş yer vardı, ama ben yan taraftan sakin bir oda istedim. Kapıcı beni meraklı bakışlarla süzdü; başımı üzgün bir ifadeyle salladım ve yeniden arabama doğru yürüdüm.
Hilton’un önündeki boş kaldırım ışık içindeydi. Araha dan indiğim sırada Chrysler’i hiçbir yerde göremedim, aklıma bir kaza geçirmiş olabilecekleri fikri geldi bu onları niçin yolda görmemiş olduğumu açıklayabilirdi. Araba kapısını her zamanki gibi çarparak kapadım ve bunu yaparken camdaki anlık bir yansımada Chrysler’in ön tarafını gördüm. Araba park yerinin hemen dışında, zincirler ile PARK YAPMAK YASAK levhasının arasında, gölgeler içinde duruyordu. Otele yöneldiğim sırada, arabanın karanlık içini seçebildim; camlardan biri açık olduğu halde boşmuş gibiydi. Arabayla aramda beş adımlık bir mesafe kaldığı sırada, içerisinde bir sigara yandı. Canım el sallamak istedi, ama karşı koydum; sadece elimi cebime sokmadan önce, küçük bir işaret yaptım ve lobiye girdim.
Bu sadece küçük bir olaydı, bir bölümün bitmesi ve yenisinin başlaması ona önem kazandırıyordu. Soğuk hava her şeyi açıkça gösteriyordu -park yerindeki arabalar, ayak seslerim, kaldırım işaretleri- bu durum el sallayamamamı daha da sinir bozucu yapmıştı. Şu ana kadar zaman çizelgeme bir okul çocuğu gibi sadakatle uymuştum ve aynı yolu benden önce arabayla geçen, aynı yerlerde duran, aynı sayıda kahve molası veren ve otelleri aynı şekilde dolaşıp buraya, bir daha sağ olarak ayrılamayacağı Hilton’a gelen o adamı aklıma hiç getirmemiştim. O anda oynadığım rol bana bir alay, kadere bir isyan gibi geldi.
Genç bir kopuk, cakacı bir tavırla yürüyerek veya belki sadece uyku sersemliğini gizlemeye çalışarak, beni arabaya kadar izledi, orada eldivenli elleriyle tozlu bavullarıma yapıştı, ben o sırada aklım başka bir yerde adamın parlak düğmelerine gülümsüyordum. Lobide kimse yoktu. Başka bir kabadayı bagajımı asansöre yükledi, yukarıya nefesli sazların eşliğinde çıktık. Hâlâ yolculuğun ritmini hissediyordum, aklımdan silip atamadığım bir melodi gibiydi. Komi durdu, bir çift kapıyı açtı, duvar ışığını ve tepe lambası nı açtı ve oturma odasıyla yatak odasının lambalarını yaktı; adam bavullarımı yerleştirmeyi bitirir bitirmez yeniden yalnız kaldım. Napoli ile Roma’nın birbirlerine çok yakın olmasına rağmen kendimi yorgun hissediyordum, ama değişik, daha gergin bir yorgunluktu, bu da son süpriz olarak ortaya çıkmıştı. Sanki bir kutu birayı kaşık kaşık içmiştim -bir çeşit sersemletici ayıklık Odaları dolaştım. Yatak yere kadar iniyordu, bu yüzden saklambaç oyununun bir anlamı yoktu. Bütün dolap kapılarını açtım, katilleri bulamayacağımı peşinen biliyordum, çünkü bu çok kolay olurdu, ama yine de görevimi yaptım.Bu yataktan canlı olarak çıkmayacağıma ciddi olarak inanmamakla birlikte, çarşafları, çifte şilteyi, baş konulan yeri kaldırdım. Öyle mi? İnsan demokratik olmayan bir kurumdur. Beyin merkezi, sağdan ve soldan gelen o sesler, göstermelik bir parlamentodan başka bir şey değildir, çünkü aynı zamanda onu rahatsız eden katakomblar da vardır. Freud’un kutsal teorisi. Klimayı konrol ettim, sonra storlar birkaç kere indirip kaldırarak denedim. Oda tavanları sade ve iç açıcıydı, Üç Cadı motelindekine benzemiyordu, orada tehlike çok belirgindi ve yatak tenteleri her an çöküp insanı nefessiz bırakacakmış gibiydi. Burada ne tente vardı, ne de o baygın romantik atmosfer. Burada her şey -koltuklar, çalışma masası, halılar- alışılmış konfora göre düzgünce yerleştirilmişti. Acaba arabanın farlarını kapamış mıydım?
Pencereler diğer yöne bakıyordu, bu yüzden arabayı göremedim. Onları kapamış olduğuma oldukça emindim, eğer kapamamışsam, o zaman… bunu Hertz dert etsindi. Perdeleri kapadım, gömleğimin ve külotumun nereye düştüğüne aldırmadan soyunmaya başladım. Tamamen çıplak kalınca, alıcıları dikkatle yerinden çıkardım. Bir duş aldıktan sonra onları yeniden yapıştırmak zorundaydım. Daha büyük bavulu, en üstte yara bandı kutusu duranı açtım, ama makası bulamadım. Odanın ortasında dururken, başımdaki hafif ağırlığı ve ayağımın altındaki yumuşak halıyı hissedebiliyordum. Sonra hatırladım – onu el çantama koymuştum. Sabırsızca açma yerini çekiştirdim ve makas dışarıya geçmişten bir hatırayla birlikte düştü – Sinus Aurorae’nın bir fotoğrafı, pleksiglas bir çerçevenin içindeydi ve Sahara kadar sarı görünüyordu: 1 numaralı iniş yeri, hiçbir zaman inemediğim o yer. Halının üzerinde, çıplak ayağımın yanında, utanç verici, aptalca ve hoşa gitmeyen imalarla dolu olarak yatıyordu. Onu yerden aldım ve tepe lambasının beyaz ışığında inceledim: On derece kuzey enlemine elli iki derece doğu boylamı, üst tarafta Bosporus Gemmatus kısmı, alt tarafta tropik formasyon. Bu yerler yaya olarak incelemem gereken yerlerdi. Orada resim elimde ayakta durdum, ama onu bavuluma geri koymak yerine, gece sehpasının üzerine, telefonun yanına bıraktım ve banyoya gittim.
Harika bir duştu; sıcak su sayısız delikten iplik iplik fışkırıyordu. Uygarlık su tesisatının keşfine, Girit’te Kral Minos’un tuvaletleriyle başlamıştı. Firavunlardan biri bütün hayatı boyunca derisinin üzerinden kazınmış kir ile mezar taşı için bir tuğla yapılmasını emretmişti. Vücudu yıkamanın her zaman, az da olsa, sembolik bir anlamı vardır. Bir yeniyetme iken, eğer arabamda bir sorun varsa, bir onarımdan geçinceye ve iyi bir cila ile şerefi geri gelinceye kadar, onu yıkamayı ertelerdim. O zamanlar temizlenme ve kirlenmenin sembolik törenleri ve bunların bütün dinlerde hâlâ yaşamakta oldukları hakkında ne bilebilirdim? Pahalı apartmanlarda tek ilgimi çeken şey banyolardır. Bir insan kendisini ancak derisi kadar iyi hisseder. Boy aynasında sabunlu vücuduma bir göz attım, elektrotun izi hâlâ kaybolmamıştı, sanki Houston’a geri dönmüş gibiydim. Kalçalarım mayo yüzünden beyazdı. Suyu kapattığım zaman, borulardan kederli bir uğultu yükseldi. Suyun ses çıkarmadan nasıl akacağının hesaplanması hidroliğin hâlâ çözülmemiş problemlerinden biridir. Bir sürü gereksiz bilgi.
Kurulanmayı bitirince -hangi havluyu kullandığıma pek önem vermemiştim- yatak odasına çırılçıplak, ardımda ıslak ayak izleri bırakarak, geri döndüm. Kalp elektrodunu yapıştırdım, ama yatmak yerine, yatağın kenarına oturup birkaç küçük hesap yaptım: Termosun içindekileri de sayarsak, yedi fincan kahve. Eskiden uykuya dalmakta hiç sıkıntı çekmezdim, ama son zamanlarda yatağın içinde dönüp durmayı adet edinmiştim. Bavullarımın birine, Randy’den habersiz, biraz Seconal, astronotlara verilen bir ilaç, gizlemiştim. Adams uyku sorunu olmadığı için hiç böyle bir şey kullanmamıştı. Şimdi onu içmek benim açımdan bir sadakatsızhk olacaktı. Banyonun lambasını kapamayı unutmuştum. Kemiklerim itiraz etse bile, yataktan indim. Otel dairem karanlıkta daha geniş gibiydi. Orada sırtım yatağa dönük, çıplak bir şekilde ayakta dururken, tereddüt ettim. Ah, evet – kapıyı kilitlemem ve anahtarı kilidin içinde bırakmam gerekti. 303 No.lu oda. Bana aynı numaralı odanın verilmesini bile sağlamışlardı. Öyle olsa bile, ne önemi vardı? İçimde korkuya benzer bir duygu aradım, ama sadece belirsiz ve anlaşılmaz bir şey, utanca benzeyen bir şey bulabildim. Ne var ki, endişemin uykusuz geçecek bir gece düşüncesinden mi, yoksa kendi ölümümden mi kaynaklandığını anlayamadım. Herkesin batıl inançları vardır, ama herkes bunun farkında değildir. Yeniden çevremi gece lambasının ışığında gözden geçirdim, ama bu sefer gerçek bir şüpheyle. Bavullarım yarı açıktı, giysilerim koltukların üzerine atılmıştı. Gerçek bir kostümlü prova. Otomatiği çıkarmalı mıydım? Saçma. Kafamdan kendime acımayı uzaklaştırdım, sonra uzandım, gece lambasını söndürdüm, nefes almam daha düzenli oluncaya kadar adalelerimi gevşettim.
Tam vaktinde uykuya dalabilmek görevimin önemli bir parçasıydı. Özellikle aşağıda, arabanın içinde iki kişi oturmuşsa ve bir osiloskop ile kalbimin ve ciğerlerimin her hareketinin ışıklı bir çizgi şeklinde kayda geçmesini izliyorlarsa. Eğer kapı içeriden kilitliyse ve pencereler sımsıkı kapalıysa bir adamın uykuya aynı yatakta ve aynı anda dalması ne fark ederdi?
Hilton ile Üç Cadı moteli arasında dünyalar kadar fark vardı. Eve dönüşümü gözlerimin önünde canlandırmaya çalıştım; eve arabayla habersiz gittiğimi hayal ettim; veya daha iyisi arabayı eczanenin önünde park etmek ve sanki bir yürüyüşten geri dönüyormuşurn gibi yolun kalan kısmını yayan gitmekti. Oğlanlar okuldan eve dönmüş olacaklardı; benim geldiğimi görür görmez, merdivenler ayak sesleriyle inleyecekti. Birden aklıma bir fırt daha cin içmem gerektiği geldi. Bir an dirseğimle yatağa yaslanıp kararsız bir şekilde yattım. Şişe hâlâ bavuldaydı. Güçlükle yataktan kalktım, el yordamıyla masaya doğru gittim, yassı şişeyi gömleklerimin altında buldum, kapağını içki parmaklarımdan sızmaya başlayıncaya kadar doldurdum. Küçük madeni kadehi içerken, bir kere daha amatör bir oyundaki bir aktör olduğum duygusuna kapıldım. İş iştir, dedim kendimi savunmak amacıyla. Yatağa geri dönerken güneşte yanmış olan gövdem, kollarım ve bacaklarım karanlığın içinde kayboldu, kalçalarım ise beyaz bir korse gibi meydandaydı. Yatağa uzandım, cin yavaş yavaş midemi ısıtırken yumruğumu yastığa indirdim: İşte sonunda düştüğün yer burası, seni gidi yedek adam seni! Tamam, örtüleri çek ve biraz uyu.
Sonra, bilincin son ışıklarının ancak tam gevşemeyle sönebileceği bir çeşit yarı uykuya daldım. Bir hayal. Uzayda uçuyordum. İşin tuhafı, yörünge istasyonuna yolculuğumdan önce de aynı rüyayı görmüştüm. Sanki zihnimin inatçı katakombları tecrübenin emrettiği hiçbir değişikliği kabul etmiyordu. Rüyalarda uçmak aldatıcıdır, çünkü vücut normal yön duygusunu hiçbir şekilde kaybetmez ve kollarla bacaklar gerçek hayatta olduğu gibi, hatta daha kolayca, hareket ettirilebilir. İşin aslı başka bir hikâyedir. Aclaleler tamamen ipin ucunu kaçırır; eğer bir şeyi iterseniz, kendinizi arkaya doğru itilir bulursunuz; eğer dik oturmak isterseniz, dizlerinizi çenenizin altında bulursunuz. Tek bir dikkatsiz hareket sonucunda yere serilirsiniz. Vücut yeryüzünün yararlı direncinden kurtulur kurtulmaz çılgına döner.
Boğuluyormuş gibi bir duyguyla uyandım. Yumuşak, ama inatçı bir şey nefes almamı engelliyordu. Kollarım öne doğru uzanmış bir şekilde fırlayıp oturdum, sanki beni boğan kişiyi yakalamaya çalışıyordum. Yatakta oturup zihnimi toparlamaya çalıştım, ama bu iş beynimi felaket yapışkan bir kağıttan çıkarmaya benziyordu. Perdelerin arasından odaya cıva renkli bir ışık sızıyordu; onun aydınlığında tek başıma olduğumu gördüm. Nefes alamaz olmuştum: Burnum tıkanmış, genzim dolmuştu ve dilim kupkuruydu. Çok kötü horluyor olmalıydım. Sonunda, tam uyanacağım sırada, bana ulaşmış olan şey o horlamaydı.
Yataktan kalktım, ayaklarımın üzerinde biraz sallanıyordum, zira uyanık bile olsam, rüyam hareketsiz yerçekimi gibi üzerime bastırmaya devam ediyordu. Yavaşça bavuluma doğru eğildim, yan cebinde

Pyribenzamine tüpünü tutan plastik bandı el yordamıyla aradım. Çiçek açma mevsimi Roma’ya erişmişti. Tohum kapsülleri ilk önce güneyde kırmızımsı-kahverengine dönüşür, daha sonra renk değiştirme işi daha yukarıdaki bölgelere yavaş yavaş yayılır, kronik saman nezlesi çeken birinin iyi bildiği bir şeydir bu. Saat gecenin ikisiydi. Beni gözlem altında tutan kişilerin, kalbimin osiloskopta tuhaf oyunlara kalkıştığını görünce, arabadan fırlayacaklarından biraz endişe ediyordum, bu yüzden yeniden yattım ve başımı yastıkta yan döndürdüm, tı kalı bir burnu en hızlı açmanın yolu budur. Orada, istenmeyen bir yardımın gelmediğinden emin olmak için, bir kulağım koridorda yattım, ama her şey sakindi. Kalp atışım yeniden normal ritmine kavuştu.
Evi gözümün önünde canlandırmaktan vazgeçtim. Artık içimden gelmiyordu, veya belki de çocukları bu işin içine sürüklemenin yanlış olduğunu anlamıştım. Eğer çocukların yardımı olmadan uyuyamıyorsan, başın belada demektir! Onun yerine yoga, Dr. Sharp ve yardımcılarının astronotlar için uyarladığı bir yoga türü idi bu, kullanmam gerekecekti. Yemek duası gibi ezberden bildiğim bir şeydi. Egsersizler o kadar işe yaradı ki, çok geçmeden burnum hafif bir ıslık sesi çıkardı, havanın girmesi için delikler açılmıştı; Pyribenzamine uyarıcı etkisini kaybettikten sonra, beynimin içine sızdı ve alışık olduğum, ama bir bakıma kirli uyku halini ‘ teşvik etti, böylece daha ne olduğunu anlamadan derin bir uykuya daldım.
ROMA – PARİS

Ertesi sabah saat sekizde Randy’yi görmeye gittim. Oldukça iyi bir durumdaydım,’ çünkü güne Plimasine ile başlamıştım ve kuru sıcağa rağmen burnum beni rahatsız etmiyordu. Randy’nin oteli benimkine yakın değildi; kaldırımı Roma stili döşenmiş kalabalık bir arka sokakta, İspanyol Merdiveni’nden fazla uzak olmayan bir yerdeydi. Sokağın adını unuttum. Lobi, resepsiyon masası ve kafenin bulunduğu dar holde Randy’i beklerken, az önce otele gelirken almış olduğum The Herald gazetesini gözden geçirdim. Air France ile Hükümet arasındaki görüşmeler ilgimi çekiyordu, çünkü Orly’de şapa oturmak ihtimali hoşuma gitmiyordu. Havalimanı yardımcı personeli grev ilan etmişti, ama Paris hâlâ dışarıdan gelen seferlere açıktı.
Çok geçmeden Randy göründü. Gecenin büyük bir kısmını ayakta geçirmiş olmasına rağmen, oldukça iyi durumdaydı, sadece biraz neşesizdi, ama artık görevin fiyasko ile sonuçlanmış olduğu açıkça belliydi. Paris bizim için son fırsat, son sığınaktı. Randy beni havalimanına arabayla götürmeyi teklif etti, ama ben kabul etmedim; biraz uyumasının onun için daha iyi olacağını düşündüm. O ise oteldeki odasında uyumasının imkânsız olduğunda ısrar ediyordu, bunun üzerine onun peşinden üst kata çıktım. Gerçekten de odası gün gibi aydınlıktı ve banyodan serin hava yerine sıcak köpüklerin kokusu geliyordu.
Neyse ki, yüksek basınç alanındaydık Profesyonel bilgimi kullanarak, perdeleri çektim, onların alt taraflarını hava akımını kolaylaştırmak için ıslattım ve bütün muslukları hafifçe açık bıraktım. Böylece insanlık görevimi yerine getirdikten sonra, dişe dokunur bir şey öğrenir öğrenmez onu arayacağıma söz vererek, vedalaştım. Havalimanına gitmek için bir taksiye bindim, yolda eşyamı almak için Hilton’a uğradım; saat on bire gelirken bagaj arabamı yolcu çıkış bölümüne doğru itekliyordum. Bu benim Roma’daki yeni havalimanına ilk gelişimdi ve bütün gazetelerde sözü edilen güvenlik sisteminin teknolojik harikaları için gözlerimi açık tutuyordum, bu konuda uzmanlaşacağım aklımdan bile geçmiyordu.
Basın, yeni terminalin açılışını, bütün terörist saldırıların artık sonu geldi, diye karşılamıştı. İnsana, az da olsa, tanıdık gelen tek şey cam duvarlı yolcu çıkış bölümüydü. Yukarıdan bakılınca bina, yürüyen merdivenler ve rampalar ağıyla boydan boya geçilen bir davulu andırıyordu, uçaklara binecek yolcular buralarda gizlice kontrol ediliyordu. Son zamanlarda insanlar içeriye silahları ve patlayıcıları parçalar halinde gizlice sokuyorlar, daha sonra bunları havalimanının tuvaletlerinde biraraya getiriyorlardı, İtalyanların herkesten önce magnetometre kullanmaktan vazgeçmelerinin nedeni buydu. Kontrol artık yolcular yürüyen merdivenlerle taşınırken ultrasonik araçlarla yapılıyordu; bu gizli gözden geçirme yoluyla elde edilen veriler kaçakçılık zanlılarını bulmak için programlanmış bir bilgisayar tarafından anında değerlendiriliyordu. Bu ultrason dalgalarının diş dolgularını ve askı to kalarını hissedebildikleri, hatta ametal olan patlayıcıları bile gözden kaçırmadıkları söyleniyordu.
Yeni terminale gayriresmi olarak Labirent adı verilmişti. İstihbarat uzmanları haftalar süren deneme döneminde yürüyen merdivenlere en ustaca saklanmış silahlarla doluşmuşlardı, bu kaçakçılık teşebbüslerinin bir tanesi bile başarıya ulaşmamıştı. Labirent, nisan ayından bu yana, ciddi bir sorun çıkmadan çalışıyordu; tek yakalananlar üstlerinde hem zararsız, hem de tuhaf nesneler taşıyan kişilerdi: Oyuncak bir tabanca örneğin, veya metalik plastikten bir tüfek taklidi. Bazı uzmanlar böyle olayların hayal kırıklığına uğramış teröristlerin bir çeşit ruhsal oyalanması olduğunu iddia ederlerken, bazıları da bunların sadece sistemin etkinliğini denemek için yapıldığını ileriye sürüyorlardı. Bu sahte kaçakçılar adli uzmanlar için bir sorun yaratıyordu, çünkü amaçlarının ne olduğunda bir şüphe olmamakla birlikte, yasal olarak cezalandırılmalarına imkân yoktu. O ana kadar tek önemli olay Napoli’den ayrıldığım gün meydana gelmişti. Asyalı bir yolcu, alıcılar tarafından tespit edildikten sonra, Labirenti boydan boya geçen İç Çekişler Köprüsü üzerinde ortaya gerçek bir bomba çıkarmıştı. Dosdoğru salona fırlatılan bomba, diğer yolcuların sinirlerini bozmanın dışında, çok az hasara neden olmuştu. Dönüp geriye bakınca, artık inanıyorum ki, bu küçük olaylar yeni güvenlik sistemini yeni tarz bir saldırıyla delmeye yönelik bir operasyonun hazırlığıydı.
Alitalia uçağım Orly’e mi, yoksa De Gaulle’e mi ineceğimiz konusundaki tereddütler yüzünden bir saat gecikmişti. Paris’te hava sıcaklığının otuz derece olması beklendiğinden, kıyafetimi değiştirmeye karar verdim. Yazlık gömleklerimi hangi bavula koymuş olduğumu hatırlayamadım, bu yüzden yürüyen merdiven için fazla büyük olan bagaj arabamla tuvalete doğru yöneldim. Alt kat rampalarında bir kapağındaki sarışın geldi. Küçük kız, beyaz giysileri ve parlak gözleriyle, daha çok oyuncak bir bebeğe benziyordu. Kızdan daha uzun boylu olmayan Japon kusursuz giyinmişti ve hevesli bir turistin bütün davranışlarını sergiliyordu. Düğmeleri kapalı kareli kostümünün üzerine transistörlü bir radyonun, bir dürbünün ve güçlü bir Nikon Six’in askıları çapraz bir şekilde asılmıştı. Ben çevreme bakınırken, adam Labirent’in ve içinde bulunan harikaların resmini çekmek için kameranın kılıfını açmakla meşguldü. Basamakların rampaya dönüştüğü yerde, tiz ve uzayıp giden bir ıslık sesi duydum; hemen arkama döndüm. Ses Japon’un yönünden geliyordu. Küçük kız içinde bilet kesesi olan çantasını göğsüne bastırarak endişeli bir şekilde adamdan uzaklaşmıştı. Japon ifadesiz bir yüzle radyosunun sesini yükseltti, eğer ıslığın sesini bastırabileceğini sanıyorsa, çocuksu bir yanılgıya düşmüştü: Bu daha ilk uyarıydı.
Geniş salonun içinde kayıyorduk. Romulus, Remus ve dişi kurt köprü rampasının iki yanında, floresan ışığının altında, heybetli bir şekilde yükseliyordu. Artık Japon’un bilet kesesinden gelen vınlama sesi kulak parçalayıcı bir yoğunluğa yükselmişti. Kalabalık dalgalandı, ama kimse sesini yükseltmeye cesaret edemedi. Gözünü kırpmayan tek kişi Japon idi, orada ifadesiz bir yüzle duruyordu, sadece alnında birkaç damla ter vardı. Ansızın keseyi cebinden çekip çıkardı ve onunla, ağzı dili tutulmuş kalabalığın önünde, bir çılgın gibi boğuşmaya başladı – tek bir kadın bile haykırmadı. Bana gelince, ben sadece adamı kalabalığın içerisinden nasıl çekip alacaklarını görmek için bekliyordum. İç Çekişler Köprüsü sona erip rampa bir köşeyi dönünce, Japon ansızın o kadar çok çömeldi ki, sanki ortadan kayboldu. Orada ne yaptığını anlamak biraz vaktimi aldı. Adam Nixon’u kılıfından çıkardı ve yürüyen merdiven tam doğrulup yeniden tırmanmaya başladığı sırada, onu açtı; bu ikin ci İç Çekişler Köprüsü’nün ana salonu baştan başa meyilli olarak geçen bir yürüyen merdivenden başka bir şey olmadığı artık anlaşılmıştı. Adam ayağa kalkar kalkmaz, Nikon’undan bir yılbaşı süsü gibi parlayan, avucuma ancak sığacak büyüklükte, yuvarlak, silindir şeklinde bir nesne çıktı. Ametal alüminyum oksitten yapılmış tırtıklı kabuğu olan sapsız bir el bombası. Plastik kese vınlamayı kesti. Japon el bombasının dibini ağzına öpüyormuş gibi iki eliyle birden bastırdı; ancak onu dudaklarından ayırdıktan sonra, pimi dişleriyle çekmiş olduğunu ve pirnin artık dudaklarının arasından sarktığını farkettim. El bombasına doğru atıldım, ama sadece ona süründüm, çünkü Japon ansızın kendisini geriye doğru o kadar şiddetle atmıştı ki, arkasında olanları yere yıktı ve beni de dizimden tekmeledi. Dirseğim kızın suratına çarptı; darbe beni sendeleyerek tırabzana savurdu. Yeniden kıza çarptım, bu sefer ikimiz birden tırabzanı aşıp havada uçarken, kızı da yanımda götürdüm. Daha sonra sert bir şey sırtıma çarptı ve ışıktan karanlığa geçtim.
Kumun üzerine ineceğimi sanıyordum. Gazeteler zemini örten şeyin ne olduğunu açıkça söylememiş olsa bile, daha önceki bomba patlamasının bir hasara neden olmadığını kuvvetle vurgulamıştı. Kum olmasını bekleyerek, hâlâ havadayken bacaklarımı uygun bir duruma getirmeye çalıştım. Ne var ki, bunun yerine altımda bir köpük gibi yırtılan ıslak ve yumuşak bir şeyle karşılaştım, sonunda buz gibi soğuk bir sıvının içine düştüm. Aynı anda patlamanın şiddeti bedenimi sarstı. Bacaklarım bir çeşit yapışkan balçığa veya çamura battığı sırada, kızı gözden kaybettim; ellerimle umutsuzca mücadele ediyor ve gittikçe daha derine batıyordum, derken birdenbire sakinleştim. Kurtulmak için bir dakikam -belki biraz daha fazla- vardı. Önce düşün – sonra hareket et. Bu şey şok dalgasının etkisini azaltmak için dizayn edilmiş bir havuz olmalıydı – bir kaseden daha çok bir huniye benzeyen ve üzerine yapışkan bir şey sürülmüş, su ile doldurulmuş ve sonra üstü hava geçirmeyen kalın bir köpükle kapatılmış bir havuz. Kendimi yokuş yukarı fırlatabileceğim bir yer yoktu -dizlerime kadar balçığın içine batmıştım- bu yüzden bir kurbağa gibi yere çömeldim ve ellerimi açarak zeminde etrafı yoklamaya başladım; sağa doğru bir meyil vardı. Avuçlarımı kürek gibi kullanarak ve ayaklarımı balçıktan teker teker çıkararak o yöne doğru bütün gücümle emeklemeye başladım. Bazen eğik yamaçtan geriye kaysam ve yeniden başlamak zorunda kalsam da, karlı bir uçurumu el tutacak yerleri olmadan tırmanmaya çalışan bir dağcı gibi, ellerimle kendimi kaldırmaya çalışarak bu işi yapmayı sürdürdüm – fakat hiç olmazsa insan karda nefes alabilirdi.
Epeyce tırmanabildim, sonunda yüzümdeki büyük kabarcıklı köpükler patlamaya başladı; yarı boğulmuş bir halde ve güçlükle nefes alarak başımı çıkardım, loş yer tam üzerimdekilerin feryatlarıyla doluydu. Başım dalgalanan köpüğün üzerinden ancak dışarıya çıkmış bir şekilde çevreme bakındım. Kız meydanda yoktu. Derin bir nefes aldım ve aşağıya daldım. Gözlerimi kapamak zorunda kalmıştım, zira sudaki bir şey onları felaket yakıyordu. Üç defa yüze çıkıp aşağıya indim, her dalıştan sonra gücüm farkedilebilir derecede azalıyordu: Balçıktan kendimi kurtarmama imkan olmadığından, aşağıya doğru çekilmemek için, onun üzerinde yüzmek zorundaydım. Tam umudum kalmadığı bir sırada, elim kazara kızın uzun saçlarına değdi. Köpük onları balık gibi kayganlaştırmıştı. Tutacak bir yer olsun diye kızın bluzuna bir düğüm atmaya çalışırken, bluz yırtıldı.
Tekrar yüzeye nasıl çıktığımızı hiçbir zaman bilemeyeceğim. Tek aklımda kalan şey o çılgınca mücadeleydi, kızın yüzünden durmadan sildiğim o çok büyük kabarcıklar, suyun berbat madeni tadı, nasıl durmadan sessizce küfrettiğim ve nasıl kızı havuzun kenarından -kalın, kauçuğa benzeyen bir yerdi- dışarıya itmeyi başardığım. Kız güvenli bir şekilde karşı tarafa geçince, dışarıya çıkmadan önce bir müddet daha orada asılı kaldım, boğazıma kadar çıkmış hafifçe gıcırdayan köpüğün içinde ayakta duruyor ve arka planda devam eden feryatların eşliğinde nefes almaya çalışıyordum. Yağmur yağıyor sandım – ılık, ince bir yağmur. Üzerime düşen birkaç damlayı bile hissettim. Hayal görüyorsun, dedim kendi kendime. Yağmur mu? Burada mı? Başımı arkaya atınca köprüyü gördüm: Alüminyum levhalar paçavralar gibi sarkıyordu, zemin bir elek gibi delik deşik olmuştu ve basamaklar madenden yapılmış bir bal peteğine benziyordu, şiddetli hava darbesini dışarıya atabilmek ve fırlayan enkazı tutabilmek için maksatlı olarak delinmişti.
Hafif yağmur altında kendimi kıvrımlı kenardan dışarıya çıkardım ve kızı dizime yüzükoyun yatırdım. Durumu san. dığım kadar kötü değildi, çünkü kusmaya başlamıştı. Kızın sırtını ve yanlarını ritmik bir şekilde ovalarken, onun ince bedeninin gayretini hissedebiliyordum. Hâlâ öksürüyor ve güçlükle nefes alıyordu, ama hiç olmazsa normal olarak nefes almaya başlamıştı. Benim de içimden kusmak geldi, parmağımla kendime yardımcı oldum. Kendimi daha iyi hissetmemi sağlasa bile, hâlâ ayağa kalkacak halde değildim. Floresan lambalarının bir kısmının patlaması çevremi görmemi daha da zorlaştırmıştı, buna rağmen ilk defa nerede olduğumu anlayabildim. Yukarıdaki haykırışlar inlemeye ve gırtlaktan gelen seslere dönüşmüştü. Orada insanlar ölüyorlar, diye düşündüm – niçin kimse onların yardımına gitmiyor? Yakınlarda bir yerde bir sürü gürültü vardı, çoğunlukla madeni sesler, sanki birisi durmuş olan yürüyen merdiveni harekete geçirmeye çalışıyordu. İnsanların haykırdıklarını işittim – sağlam insanlar, yaralanmamış insanlar. Orada neler olup bittiğini’ anlayamadım. Yürüyen merdiven boydan boya panik içinde üst üste yığılmış insanlarla tıkanmıştı. Şok geçirenleri uzaklaştırmadan, ölmekte olanlara yaklaşmanın imkânı yoktu. Ayakkabılar ve giysi parçaları basamakların arasına sıkışmıştı. Yan taraftan ulaşılması mümkün değildi: Köprü bir tuzağa dönüşmüştü.
Bu arada kendimle ve kızla ilgilendim. Kız artık kendine gelmiş durumdaydı ve doğrulup oturmuştu. Ona endişe etmemesini, her şeyin yolunda olduğunu ve kısa bir zaman sonra buradan çıkacağımızı söyledim. Gerçekten de, gözlerim karanlığa alışır alışmaz bir çıkış yolu bulmam uzun sürmedi: Yanlışlıkla açık bırakılmış bir ambar kapağı. Eğer birisinin ihmali olmasaydı, orada bir. çift fare gibi kapana kısılmış olarak kalacaktık Kapak lağıma benzeyen bir tünele açılıyor, orada başka bir kapak, veya daha doğrusu üzeri tümsekli bir kalkan da aynı şekilde açık duruyordu. Sıralanmış sigorta kutularının bulunduğu bir koridor bizi kablolar, borular ve su tesisatıyla dolu basık bir bodrum katına çıkardı.
“Bu borular tuvaletlere çıkabilir.”
Kıza döndüm, ama o gitmişti.
“Hey… neredesin? diye bağırdım, aynı anda bodrumu baştan aşağıya gözden geçirdim. Kızı yalınayak bir beton sütundan diğerine koşarken gördüm. Sırtımın ağrısına rağmen, birkaç sıçrayışta ona yetiştim, elinden yakaladım ve sert bir sesle şöyle dedim:
“Derdin ne, tatlım? Senle ben bir arada kalmalıyız, yoksa ikimiz birden kayboluruz.”
Kız ses çıkarmadan peşimden geldi. İleride aydınlık artıyordu: İki yanında beyaz fayans duvarların olduğu bir rampa. Dışarıya çıktık ve kendimizi daha yüksek bir katta bulduk. Çevremize bakındım ve nerede olduğumuzu anladım. Az ileride, bir saat önce bagaj arabasını ittiğim rampa vardı. Köşeyi dönünce kapıların dizili olduğu bir koridora çıktık.
Cebimden biraz bozuk para çıkardım, ilk kapıya madeni bir para attım ve küçük kızın eline belki yeniden kaçar diye yapıştım. Hâlâ şoktaymış gibi bir hali vardı. Şaşılacak bir şey değildi. Kızı banyoya sürükledim. Bir şey söylemedi ve ışığın altında onun nasıl baştan aşağıya kana bulanmış olduğunu görünce, ben de sustum: Artık o ılık yağmurun ne olduğunu anlamıştım. Benim durumum da berbat olmalıydı. İkimizin de üstünü başını çıkarclım, her şeyimizi küvete attım, musluğu açtım ve sadece iç çamaşırımla kızı duşun altına ittim. Sıcak su sırtıma iyi geldi ve kaıi vücutlarımızdan kırmızı dereler halinde aktı. Kızın belini ve yanlarını ovdum. Sadece kanı yıkamak için değil, aynı zamanda onu kendine getirmek için. Kız, saçlarını elimden geldiğince çalkalarken, uysal bir şekilde, itiraz bile etmeden, boyun eğdi.
Duştan çıktığımız zaman, laf arasında, adının ne olduğunu sordum.
“Annabella.”
“İngiliz misin?”
“Fransız.”
“Paris’ten mi?”
“Hayır, Clermont’tan.”
Konuşmaya Fransızca devam ettim ve giysilerimizi durulamak için teker teker küvetten çıkarmaya başladım.
“Eğer halin varsa, elbiseni durular mısın?” diye sordum. Kız söz dinler bir tavırla küvete eğildi.
Pantalonumu ve gömleğiıni sıkarken, bundan sonra ne yapacağımızı düşündüm. Artık havalimanı kapatılmış ve her taraf polis kaynıyor olmalıydı. Öyleyse ne yapmalı? Bir yerde durduruluncaya kadar neşe içinde yolumuza devam mı etmeli? İtalyan görevliler daha benim küçük oyunumu bilmiyorlardı. Tek bilgisi olan kişi, elçilik başkatibi Fenner du Bois idi. Uçak biletim, otel faturasında yazılandan farklı bir ad için kesilmişti, salonda ceketimle birlikte bir yerler deydi. Otomatik tabanca ve elektrotlar hâlâ Hilton’daydı, hepsi paketlenmiş, bu akşam Randy tarafından alınmak üzere hazır bekliyordu. Eğer paket ellerine geçerse, birinci sınıf bir zanlı durumuna düşebilirdim, zaten belki daha şimdiden bu işten kolayca sıyrılmış ve kanı temizlemek için bu kadar zahmete girmiş olduğum için zanlı sayılıyordum. Suç ortağı olduğumu bile sanabilirlerdi. Bazı saygıdeğer avukatlar ve birkaç başka kodaman ideolojik sempati yüzünden gizlice bomba sokarken yakalandıklarından beri, hiç kimse şüpheden uzak değildi. Sonunda temize çıkardım, ama önce hapise girdikten sonra. Çaresiz olmak polisi en çok heyecanlandıran şeydir. Annabella’yı dikkatle gözden geçirdim. Morarmış bir göz, salkım saçak sarkan ıslak saçlar, el kurutma makinesinin altında kuruyan elbise; kafası çalışan bir çocuk. Bir planı ana hatlarıyla ortaya koymaya başladım.
“Dinle, tatlım,” dedim, “benim kim olduğumu biliyor musun? Amerikalı bir astronotum ve çok önemli bir görev için burada gerçek kimliğim gizli olarak bulunuyorum. Anladın mı? En geç bugün Paris’te olmalıyım, ama eğer burada kalırsak sorguya çekileceğiz ve bu da gecikme demek. Bu nedenle başkâtibin buraya gelmesi için hemen elçiliğe telefon etmeliyim. O bize yardım edecektir. Havalimanı kapatıldı, ama normal uçakların yanı sıra elçilik postasını taşımak için özel uçaklar da vardır. Biz o çeşit bir uçağa bineceğiz. Sen ve ben. Bu hoşuna gider mi?”
Kızın tek yaptığı şey orada ayakta durup bana bakmak oldu. Daha henüz kendine gelemedi, diye düşündüm. Giyinmeye başladım. Bağcıklar sayesinde hâlâ ayakkabılarına ayağımdaydı, ama Annabella sandaletlerini kaybetmişti. Ne var ki, günümüzde kızların sokakta yalınayak dolaşması sık rastlanan bir şeydi ve en kötü durumda bile iç gömleği bluz yerine geçebilirdi. Kıza artık hemen hemen kurumuş olan giysisinin plilerini düzeltme işinde yardım ettim.
“Şimdi baba ve kız rolünü oynayacağız,” dedim. “Bu şekilde bir telefona ulaşmakta zorluk çekmeyiz, tamam mı?”
Kız başıyla onayladı ve elele tutuşarak insanların dünyasına döndük. Rampadan iner inmez ilk barikatla karşılaştık. Fotoğraf makinelerini kuşanmış bazı gazeteciler polisler tarafından dışarıya püskürtülüyorlardı; itfayeciler, başlıklarını takmış olarak diğer yönden saldırıya geçmişlerdi. Hiç kimse bize aldırmadı. Polislerden bir tanesi -o sırada konuştuğum- İngilizceden bile anlıyordu. Ona nasıl yüzmeye gittiğimiz üzerine bir hikâye anlattım, ama o söylediğim tek bir kelimeyi bile dinlemeden, bize yürüyen merdiven B ile yukarıya, Avrupa kısmına çıkmamızı söyledi, bütün yolcular orada toplanıyorlardı. Yürüyen merdivene doğru yöneldik, ama gözden uzaklaşır uzaklaşmaz, bütün karmaşayı geride bırakarak bir yan koridora saptım. Yolcuların bagajlarını almak için geldikleri bir bekleme odasına girdik, içeride kimse yoktu. Sessizce hareket etmekte olan taşıyıcı şeritlerin karşısında bir sıra telefon kulübesi vardı. Kulübelerin birine yanıma Annabella’yı alarak girdim ve Randy’nin numarasını çevirdim. Aramam onu sıçratarak uykusundan uyandırdı. Sarı bir ışıkta ayakta durup ahizeyi avucumun içinde tutarak ona bütün hikâyeyi anlattım. Sadece bir kere, herhalde beni yanlış anladığını sanarak, sözümü kesti. Daha sonra bütün duyabildiğim derin nefes alması oldu, bunu uzun bir sessizlik izledi, sanki donmuş kalmıştı.
“Hâlâ orada mısın?” diye sordum, bitirince.
“Tanrım!” dedi. Sonra bir daha: “Tanrım!” Başka bir şey söylemedi.
Daha sonra en önemli kısma geldim. Elçilikten Fenner’i alacak ve hemen arabayla gelecekti. Acele etmesi gerekiyordu, aksi halde iki barikatın arasında sıkışmış kalacaktık Havalimanı kapatılmış olacaktı, ama Fenner içeriye girmek için bir yolunu bulurdu. Kız burada yanımda olacaktı. Binanın sol kanadında, ElO bagaj dağıtım tezgahının yanında, telefon kulübelerinin yanı başında. Eğer orada değilsek, bizi diğer yolcularla birlikte Avrupa kısmında bulabilirlerdi. Orada da yoksak, kesin polisin elindeydik. Ona söylediklerimi bir daha tekrarlattım, sonra telefonu kapadım, kızın başarımızı bir gülümsemeyle veya hiç olmazsa rahatladığını gösteren bir bakışla kabul edeceğini umut ediyordum, ama daha önce olduğu gibi mesafeli ve suskun kaldı. Çeşitli kereler sanki beklediği bir şey varmış gibi kızı gizlice bana bakarken yakaladım. Telefon kulübelerinin arasında bir kanape duruyordu. Oturduk. Uzaktaki cam bir duvardan havalimanının iniş rampaları görülebiliyordu. Cankurtaranlar toplu halde ön tarafa geliyordu; sirenlerin ve alarmların sürekli gürültüsü binanın içinden ara sıra gelen kadın feryatlarıyla kesiliyordu. Sohbet etmek amacıyla kıza ailesi, yolculuğu, onu havalimanına kimin getirdiği konusunda sorular sordum. Kaçamak ve tek sözcüklü yanıtlar verdi; Clermont’daki adresini bile ağzından alamadım. Bu durum sinirlerime dokunmaya başlıyordu. Saatime göre 1:40 idi. Randy ile yaptığım telefon konuşmasının üzerinden yarım saat geçmişti. Tulum giymiş elektrikli lehim makinesi gibi bir şeyi tekerleklerin üzerinde götüren bazı adamlar, bizim yönümüze doğru bir bakış bile atmaksızın, bekleme odasından geçip gittiler. Yeniden ayak sesleri. Kulaklık takmış bir teknisyen içeriye girdi ve telefon kulübelerinin önünden geçmeye başladı, yürürken maden detektörüne bağlı küçük yuvarlak bir plakayı kapıların yakınına tutuyordu. Bizi gördüğü an olduğu yerde kaldı. iki polis memuru arkadan yaklaştı, böylece üç kişi tarafından çevrilmiş olduk.
“Burada ne yapıyorsunuz?”
“Bekliyoruz.”
Doğruyu söylüyordum.
Polislerden biri aceleyle bir yerlere gitti ve birkaç dakika sonra sivil giysili uzun boylu bir adamla birlikte döndü. Yine aynı soru sorulunca, Amerikan elçiliğinden bir temsilciyi beklediğimizi söyledim. Sivil giysili adam kağıtlarını görmek istedi. Cüzdanıma uzandığım sırada, teknisyen yanımızdaki kulübeyi

Benzer İçerikler

Blink – Malcolm Gladwell Online Kitap Oku

yakutlu

Beyaz Türkler Küstüler – Orda Hâlâ Kimse Var mı? 5. Kitap | Alev Alatlı

yakutlu

Andrew Brawley’nin Sıradışı Hikayesi – Shaun David Hutchinson – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy