“Gerçeği bulmak istiyorsan, inanman gerekir…”
Doruk Ateş, gerilimi antik dünya ile birleştiren romanında sizleri enerji uğruna tecavüz edilmiş bir coğrafyaya, Ege ile Akdeniz’in birleştiği Bodrum yarımadasının kalbine, Karya Uygarlığı’nın başkenti Milas’a götürüyor…
Yüzyılın arkeolojik buluntusu Hekatomnos anıt mezarında kazı çalışmaları devam etmektedir. Arkeolog Yasemin bu kutsal alanda sadece Karya Uygarlığı’nın tarihini değil, ailesini de aramaktadır. Bu arayışın hayatına köstek vurduğunu, artık ailesini aramaktan vazgeçip yeni bir yaşam kurması gerektiğinin farkındadır.
Bir gece kazı alanına bırakılan cesetle kendini bildi bileli gördüğü sanrıları şiddetlenir. Katilin kutsal alana bıraktıkları ile ona bir mesaj verdiğini düşünür. Olayı soruşturan Başkomiser de bu mesajlarda kendi geçmişinden izler taşıdığını görür. Her cinayet mitolojik bir sahnenin yansıması, gerçeğin önünde duran kapıların bir anahtarı olur. Tüm sahneler sergilenip tüm kapılar açıldığında karşılarında Karya Uygarlığı’nın kutsal mabedini bulurlar.
Hiç bir kötülüğün yok edemediği Mabet onlara sadece katili vermez, kendi gerçeklerini de sunar…
***
Yüreğimi Isıtan İki ATEŞ’e
BORAN ve NURHAN’a…
***
BU ROMAN BİR HAYAL ÜRÜNÜDÜR. ADI GEÇEN KİŞİ VE KURUMLARIN GERÇEK YAŞAMDAKİ MÜŞABİHLERİ İLE UZAKTAN YAKINDAN İLGİSİ YOKTUR.
***
Birinci Gün
1 Aralık 2012, Cumartesi
04:47 Başkomiser’in Evi
Camii Kebir Mahallesi, Muğla
Rüyasında; “durgun bir denizde yürüyordu. Masmavi deniz üzerinde ışığı takip ederek ilerliyordu. Denizin ne başlangıcı ne de sonu vardı. Deniz sonsuzdu.”
Müezzinin sesi, zihnine keskin bir bıçak gibi saplandı.
– Hayya alel felah …
“O ilerledikçe, denizin üzerine düşen gölgesi de uzuyordu. Aydınlığın kaynağını görmek için etrafında döndü; güneş yoktu, ışığın kaynağı yoktu… Her taraf parıldıyordu! Gerisingeri koşmaya, gölgesini oluşturan ışığa ulaşmaya çalıştı.” Uyanıyordu.
– Essalatü hayrum minen nevm …
Gözlerini açtı, oda karanlıktı. Sol elinin üzerinde doğruldu. Perde aralığından içeri ulaşan sokak lambasının ışığına baktı. Çocukluğunda annesinin divan üzerinde cama yaslanarak ezanı bekleyen halini hatırladı. Saatlere, zillere ve alarmlara ayarlanmadan önce hayat bu sese göre yaşanıyordu. Dünya değişirken insanların ezan sesini de kirlettiğini düşündü.
– Essalatü hayrum minen nevm…
Sabah ezanından korktuğu zamanlarda ona güven veren annesinin divan üzerindeki silueti şimdi yoktu. Alacakaranlıkta duyduğu bu mistik sesten ürktü. Bedeni, rüyasındaki denizin ortasında ruhunu teslim edecekmiş gibi gerildi. Müezzinin sesi oda içerisinde yankılanırken ayağa kalktı. Annesini taklit edercesine soğuk cama yüzünü yasladı. Boş sokağa düşen yağmur tanelerini izleyerek ezanı dinlemeye koyuldu.
– Allah-u ekber, Allah-u ekber, La İlahe illallah.
Saat sabahın beşiydi. Gök gürültüsüyle karışık yağmurun düzenli tıkırtısı devam ediyordu. Camlara, balkonlara, taş kaldırımlara çarparak dağılan damlaların sesi karanlık odada yankılanıyordu. Gecenin karanlığında dışarı, asırlık cami minaresinin kopkoyu karaltısına dikkatle bakıyordu. Boşlukta sallanan bir ışık huzmesi gözlerinin önüne geldi. Bu parlak ışık, sanki yakıcı ışınlarını yansıtacak bir ayna arıyordu.
Gözlerini ışıktan sakındı. Eliyle alnını sıvazladı ve bezmiş bir halde içini çekti. Tam o anda cep telefonunun sesi duyuldu. Karanlık odada ürkek adımlarla ilerleyerek telefonunu komodinin üzerinden aldı. Ekrana baktı. Numarayı tanımıyordu.
Sessiz odaya cızırtılı bir ses dalgası yayıldı:
– Halil Başkomiser?
Cevap vermedi! Ses çok uzaktan, adeta gençliğinden geliyordu.
– Siz Başkomiser Halil Tunca değil misiniz?
– Evet benim.
– De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur!
– Ne diyorsun be adam!?
Telefon aniden kapandı. Numarayı aradı, cevap yoktu. Telefonu silahının yanına, komodinin üzerine koydu. Yatağa öylesine uzandı. Birden rüyasındaki deniz tekrar belirdi. Bir adam sesleniyordu; “Samed”… Sözcük Arapçada “Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendisine muhtaç olan” demekti. Neden Arapça? Kulağına gelen ses, telefondaki adamın sesiydi. Çıldırıyor muydu? Adamın söylediklerini düşündü. Hatırlıyordu. Kuran-ı Kerim’in sondan üçüncü suresi, El-İhlâs…
Rüyaya geri dönebilmek için gözlerini kapattı. Yatağında hareketsizce yatıyordu. Sanki bir mezarda savunmasızmış gibi kolları iki yanındaydı. Zihni başka bir görüntüyle uğraşıyordu. “Bir su birikintisinin üzerine düşen yağmur damlalarının sesini duydu. Küçük ayakları yağmur tanelerinin hızından korkar gibi hareketlendi. Toprak yoldaki küçük su birikintilerine basmamaya özen göstererek koşmaya başladı.” Telefon tekrar çaldı. Arayan Emniyet Müdürlüğü santraliydi. Biraz bekledikten sonra açtı.
– Efendim?
– Amirim ben polis memuru Ömer. Gece vakti rahatsız ediyorum ama Milas Uzunyuva semtinden bir cinayet ihbarı aldık. Karakol ekipleri olay yerine intikal ediyor. Nöbetçi emniyet müdürümüz olaydan haberdar edilmenizi istedi. İhbar metnini telefonunuza mesaj olarak geçiyorum.
– Tamam Ömer. İhbar nereden yapılmış?
– Milas’a bağlı Fesleğen Köyü ilköğretim okulundan! Araştırmalarımız mesai saatiyle başlayacak.
Polis memuru konuşmayı bir an önce bitirmesi gerekiyormuş gibi telefonu kapattı. Halil bir süre kıpırdamadan durdu. Göz kapakları yavaş yavaş indi. Zihninde biraz önceki görüntünün devamı belirdi: “Mısır tarlasının içinden elinde Kur’an-ı Kerim köy camiine doğru koşuyordu.” Görüntüden kurtulmak için gözlerini açtı. Görüntü devam ediyordu: Bağdaş kurduğu rahle önünde kısık sesle Kuran Öğreniyorum kitabından bir sureyi okuyordu.” Hızla yataktan kalkarak lambayı yaktı. Okuduğu sureyi dün gibi hatırlıyordu; El-İhlâs…
Birkaç dakika içerisinde hazırlanarak evden çıktı.
05:05 Hekatomnos Anıt Mezarı Kazı Evi
Uzunyuva, Milas
Taş duvarlarla çevrili odada kapı tokmağının sesi kulak zarını delercesine yankılanıyordu. Güçlü, yırtıcı, kaskatı!
Kültür Bakanlığı tarafından kamulaştırılan ve kazı ekibine tahsis edilen tarihi evde, kazıya verilen ara nedeniyle sadece Yasemin kalıyordu. Kazı evi aynı zamanda büro olarak da kullanıyordu. Üst katta; öğrencilerin de kaldığı üç oda vardı. Alt kat; kütüphane, çalışma odası, laboratuar ve mutfaktan oluşuyordu. Bodrum kat, depo olarak kullanılıyordu. Yataktan kalktı, alacakaranlıkta eli elektrik anahtarına gitti. Defalarca anahtara basmasına rağmen, oda aydınlanmadı. Uzunca zamandır kaldığı kazı evinde, ilk defa elektrik yoktu. Gece yağan yağmuru düşündü. Odanın aydınlanması için perdeyi araladı; içeriyi zorlukla aydınlatan ışıkla kot pantolonunu üzerine geçirdi. El yordamıyla merdivenden inerek kapıya ulaştı:
– Kimsin?
– Yasemin Hanım, benim! Bekçi Süleyman!
Yasemin, bekçinin bu saatte neden gelmiş olabileceğini düşünürken kapıyı araladı. Ahşap kapının menteşesi kulak tırmalayan bir gıcırtıyla döndü. Yasemin hiçbir şey söylemeden soran gözlerle bekçiye baktı.
– Sanırım anıt mezara girilmiş.
Bekçi, cümlesi biter bitmez kafasını önüne eğdi.
– Anıt mezara mı girilmiş?
Yasemin’in aklına daha üç gün önce depoyu soymaya kalkan Çingeneler geldi.
– Sen hemen karakola haber ver!
– Polisler burada, sizi bekliyorlar.
Bekçinin sesi titriyordu. Yasemin kendini Karya Uygarlığı’nı araştırmaya adamış bir bilim insanından çok, mezar hırsızlarıyla uğraşan mahalle bekçilerine benzetti. Hemen hemen haftanın iki günü kazı alanına veya depoya hırsız giriyordu. Kaymakamlık ve emniyete yazı yazmaktan, aslî işlerini yapamıyordu. Ancak bu sefer hırsızlar çok ileri gitmişti.
– Yasemin Hanım mezar alanında cinayet işlendiğini söylüyorlar.
Bekçinin sesi ağlamaklıydı. İşinden olacağına dair korku tüm vücuduna yayılıyordu. Gece nöbetine gelmeden önce arkadaşlarıyla kafayı çekmiş, nöbet esnasında da uyumuştu. Onun nöbetinde ikinci kez kazı alanına giriliyordu. Düşüncelerini arkeologun kızgın sesi böldü.
– Cinayet mi? Sen kapıda nöbet tutarken mi?
– Yağmur çok şiddetli yağıyordu, içim geçmiş.
Yasemin, sürekli kazı alanına giren hırsızlardan aklını alamıyordu. Defalarca yaptığı başvurularına rağmen adam akıllı önlem almayan emniyeti de anlamıyordu.
– Polislerin mezarın içine girmelerine izin verme! Hemen geliyorum.
Yasemin çalışma masasının üzerinde duran telefonunu aldı. Cep telefonunda sinyal yoktu. Birden o tüm kâbuslarında gördüğü antik yol gözünün önünde beliriverdi. Bir adam sesleniyordu: “SARNİ!”. Sol kulağının arkasında bildik ağrısını hissetti. Uyluklarını ovuşturarak lavaboya doğru ilerledi. “SARNİ!” Ses daha yakından geliyordu. Sanrılarını artık kullandığı ilaçlar da dindiremiyordu. Gecenin bir vakti kapı tokmağıyla uyanmak; belli etmese de korkmasına neden olmuştu. Uyanıklık ile uyku arasında kararsız, yavaş ve derinden gelen bir sesle mırıldanıyordu. Sarni…
Gayriihtiyarî odasını kilitledikten sonra arka kapıya yöneldi. Kazı evinden çıkarak, havadaki toprak kokusunu ciğerlerine çekti. Soğuk havanın damarlarındaki kanı harekete geçirdiğini hissetti. Güneşin ilk ışıkları Menandros Onur Sütunu’nun üzerindeki leylek yuvasına düşüyordu. Gökyüzünde yaz günlerinden kalma bir berraklık olsa da hava soğuktu ve her yer sessizdi. Polislerin altında beklediği incir ağacının kurumuş yapraklarından düşen su tanecikleri, yerde tasniflenmeyi bekleyen amphora parçalarına çarpıyordu. Yasemin kazı alanını çevreleyen tel örgüleri gözleriyle kontrol etti. Birkaç adım attıktan sonra, mezar kapısına doğru devam eden bot izlerini gördü. Bot izlerinin sahibi her kimse, çamurlaşmış zeminde çok derin izler bırakmıştı. Anıt mezarın içerisi gözlerinin önüne geldi. Mezar hırsızları Hekatomnos’un lahdinden başka her şeyini çalmıştı. İçeride ne para edecek bir şey vardı ne de lahit dışarıya çıkarılabilirdi. Korkuyla karışık heyecanla polislere yaklaştı.
– Sorun nedir?
– Arkeolog hanım buraya ceset bırakıldığına dair ihbar aldık. Çevrede olağandışı herhangi bir durum gözükmüyor. Mezarın içerisine bakmak istedik ancak, bekçi sizin izniniz olmadan giremeyeceğimizi belirtti.
– Anıt mezara giremezsiniz!
– O zaman emin olmamız için lütfen siz kontrol edin.
– Burada bekleyin.
Yasemin mezar girişine doğru devam eden bot izlerinin yanından ilerledi. Girişe inen demir merdivenden kayarcasına indi. Anıt mezarın girişinde öfkeyle durdu. Mezar girişine koruma amaçlı yapılan demir kapının askı kilidi üzerinde yoktu. Drenaj motoru çalışmadığı için su, dromosa kadar ulaşmıştı. Biraz daha yağmur yağarsa mezarı kesinlikle su basardı. Dromosu geçerek lahit odasına doğru yürümeye başladı.
Bilmediği bir koku mezar odasının içine hapsolmuştu. Gırtlağında sertleşen acıyla durdu; lahdin üzerindeki friz, kokudan rahatsız olmuş gibi kararmıştı. El feneri ile mezar odasını taradı. Kanı damarlarından çekilirken duvara kanla yazıldığı belli olan metni anlamaya çalıştı.
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم