“O” bir gün çıkıp gelene kadar, “en iyi korunan sır” dediğimiz yeryüzü cennetinde huzur içinde yaşayıp gidiyorduk.
Böyle bir cennet nasıl anlatılır, hatta anlatma girişiminde bulunma cesareti nasıl gösterilir, bilemiyorum. Şimdi size bu küçük adanın çam ormanlarından, doğal bir akvaryum gibi olan masmavi ve saydam denizinden, rengârenk balıkların seyredildiği güzel koylarından, beyaz hayaletler gibi sürekli uçan martılarımızdan söz etsem, biliyorum ki gözünüzde turistik bir kartpostal manzarası canlandırmaktan daha fazla bir iş yapmış olmayacağım.
Bütün anakaralara uzak, geceleri baygın yasemin kokularına bürünerek, kış yaz aynı ılıman iklimle sarılıp sarmalanarak, ağaçların arasında yitip gitmiş kırk eviyle kendine yeterek sürüp giden başlı başına bir dünyaydı burası.
Adanın dingin doğasında, dile söze gelmeyen bir yaşam sırrı gizliydi sanki. Sabahları denizin üstündeki süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintiyi, martı çığlıklarına eşlik eden rüzgârın fısıltısını, lavanta kokularını nasıl anlatmalı? Ya her şafak vakti gözlerimizi ovuşturarak kalktığımızda önümüze çıkan, sislerle sarılıp sarmalanmış ve havada asılıymış gibi duran ikiz adanın büyülü görüntüsünü? Ya denize dalıp çıkarak avlanan martıları? Ya evlerimizi saran mor bugenvilleri? Ya gece ıhlamurlarını?
Aslında biz bu yaşamın güzel olduğunu düşünmüyorduk bile artık; o kadar alışmıştık ki, yaşayıp gidiyorduk işte. İnsan her gün gördüğü denizin, evinin önündeki kayanın üstüne konan martının güzel olduğunu düşünmez. İki tarafı ağaçlıklı toprak yoldan yürürken, tepede buluşup birbirine girmiş olan dalların nasıl bir gölgelik yarattığını, akşamsefalarının bir mucize gibi birden açıverdiği bahçelerdeki alçak sesli sohbetleri, bazı evlerden belli belirsiz duyulan aşk fısıltılarını da. Bunları sadece yaşar. Ama ben profesyonel ve iyi bir yazar olmadığım için size her şeyi betimlemelerle anlatma yolunu seçiyorum. Aslına bakarsanız bu hikâyeyi size benim yazar arkadaşım anlatmalıydı ama onun hepimizi üzen sonu, böyle bir şeyin yapılmasını olanaksız kılıyor.
Adada benim yıllarca en yakın arkadaşım olan Yazar, bütün bunları kim bilir hangi yazı hüneriyle, eğretilemeyle, metnin içine yedirerek verebilirdi size. Ne yazık ki, adanın ve sevgili arkadaşımın başına gelen korkunç olayları sadece benden öğrenmek durumundasınız. Bu yüzden de postmodern, antiroman, yeni roman vs. gibi karmaşık anlatım tekniklerini bilmeyen benim gibi sıradan bir yazıcıya katlanmak zorundasınız.
Aslına bakarsanız biz o zamanlar bunların anlatılmasını da istemiyor ve adamızı bir sır gibi gizliyorduk. Çünkü giderek deliren dünyamızda böyle bir yerin varlığının bilinmesi pek işimize gelmiyordu. Nasıl olduysa rastlantılarla adayı bulmuş kırk sakin aileydik. Huzurluyduk, kimse kimsenin işine karışmıyordu. Onca yaralanmadan, hayal kırıklığından ve derin acıdan sonra adada edindiğimiz yeni dostları o kadar yürekten seviyordum ki, buraya “Son Ada” adını takmıştım. Evet evet; son ada, son sığınak, son insani köşeydi burası. Tek isteğimiz bu dinginliğin bozulmamasıydı.
Televizyon yayınlarını alamadığımız için çılgın dünyamızda ne olup bittiğine dair haberleri ancak haftada bir uğrayan vapurun getirdiği gazetelerden öğreniyorduk. Bu sakin gezegenimizde, şaraplı bir öğle yemeğinden sonra hamakta içimiz geçmek üzereyken yarı kapalı gözlerimizle okuduğumuz haberler, öteki gezegendeki çılgınlığın artmakta olduğunu gösteriyordu. Ama itiraf etmeliyim ki bunlar bizi ancak uzay savaşları kadar ilgilendiriyordu; her şey öylesine uzaktı bizden.
Meğer yanılıyormuşuz. Ayrı bir gezegen değil, çılgınlığın tam göbeğindeki bir adaymışız. Ne var ki, yıllarca sürdürdüğü devlet yönetimini gönülsüzce bırakan Başkan adamıza yerleşirken bile göremedik bu gerçeği. Omuzlarında dünyayı taşır edasıyla yaptığı devlet başkanlığından sonra, dinlenmeye gelmiş olduğuna inandık.
Galiba size biraz adanın geçmişinden söz etmem gerekiyor. Bu ıssız adayı yıllar önce çok zengin bir işadamı almış. Yaşlılık yıllarında da güzel bir malikâne yaptırıp, hizmetçileri ve uşaklarıyla birlikte yerleşmiş buraya. Son yıllarını dünya kavgalarından uzakta, balık tutarak, öğle sonları hamakta uyuyarak geçirmiş.
Bu arada yalnızlıktan canı sıkıldığı için olsa gerek birkaç tanıdığını çağırıp ev yapmaları için teşvik etmiş. İnsanlar gelip, onunki kadar büyük olmayan evler yapmışlar. Adam, gelenlerden arazi parası falan istememiş. Zaten doğal malzemeler kullanılarak imece usulü yapılan, adanın ormanlarından yararlanılarak ortaya çıkarılan kütükten evler için dışarıdan çok az malzeme getirilmiş. Herkes eşine dostuna söyleye söyleye ada kırk eve ulaşmış.
Zengin işadamı bu noktada adaya gelişleri durdurmuş ve daha fazla ev yapılmasına izin vermemiş. Çünkü adanın doğal güzelliğinin, sessizliğinin ve yeşilin bin bir çeşidinin yansıdığı ormanların bozulmasını istememiş.
Patron öldüğü zaman ev büyük oğluna geçmiş. Zaten işle güçle fazla ilgisi olmayan bu yeni patron da adadaki yaşamı sürdürmeyi, anavatandaki karmaşık yöneticilik hayatına tercih etmiş. Zamanla kendisi gibi ada sakinleri de o ailenin adanın sahibi olduğunu unutmuş. Sadece daha büyük bir evde yaşayan sıradan adalılar olarak görülmeye başlamışlar.
Ona 1 Numara dememiz ise adanın en önde gelen insanı, lideri ya da artık çoktan unutmuş olduğumuz sahipliğinden değil, buradaki tuhaf bir gelenekten kaynaklanıyor. Biz buradaki insanlara daha çok ev numaralarıyla sesleniriz.
Hayatta büyük hayal kırıklıkları yaşayan yorgun babamın yolu birtakım tanıdıklarının çağrısıyla bu adaya epeyce geç düştüğü ve kırkla sınırlandırılmış olan ada evlerinin sondan beşincisini yapma fırsatını yakaladığı için bizim aileden 36 Numara diye söz edilir.
Yazar arkadaşım ise burada kendisine ve ailesine ait bir evi olmamasına rağmen, onun kitaplarını seven ve yazmak için sakin bir köşe arayan Yazar’a adadaki evini veren dostu sayesinde, 7 Numara diye anılır. 7 numaralı ev, adadaki ilk evlerden biridir. Ulu ağaçların gölgeli bir tünel oluşturduğu toprak yolun başlarındadır.
Evler, haftada bir uğrayan vapurun yanaştığı, daha doğrusu çok büyük olduğu için yanaşamadığı ve açıkta demir atarak, malzemenin küçük motorlarla adaya taşındığı derme çatma iskelenin bulunduğu uçtan başlar; 1, 2, 3… diye 40’a kadar sıralanarak gider. İskelenin yanında, her türlü ihtiyacımızı karşılayan bakkal ve aynı adamın işlettiği günlük taze balıklar ile öteki deniz mahsullerinin sunulduğu basit bir çardak altı bulunur. Ailesiyle birlikte yıllar önce gelmiş ve adaya yerleşmiş, artık adanın ayrılmaz bir parçası olmuş bu emektar adama da kısaca “bakkal” diyoruz. Çünkü onun numarası yoktur. Ada sakinlerinin neredeyse elinde büyümüş olan sakat oğlu ve karısıyla dükkânın arkasındaki küçük, iki odalı müştemilatta yaşar.
Evet! Hikâyeyi anlatmaya başlamadan önce adayla ilgili gerekli bilgileri verebildim mi acaba diye düşünüyorum. Eksik bıraktığım bir şey var mı?
Elbette bütün bunları size çok daha usta bir biçimde, edebi cümleler kurarak aktarabilmeyi isterdim. Konuyu sade bir şekilde anlatmaktan alamıyorum kendimi. Çünkü basit bir anlatıcıyım ben. Şu defterin başında geçirdiğim saatler boyunca kendimi uyarıyorum hep, “Çağdaş yazarların yaptığı gibi yap, anlatılanın değil anlatım biçiminin önemli olduğu bir yapı kurmaya çalış, biraz cesur ol” diye.
Ama bunları çok da önemsemiyorum. Benim amacım size ustalığımı kanıtlamak değil, hikâyemizi anlatmak. Böyle sözler ederek ben de aynı yönteme başvurmuş oldum ve anlatıyı kesintiye uğrattım ama size söz veriyorum, bundan sonra söylemek istediğimi doğrudan doğruya anlatacak ve sizleri sıkmayacağım.
Adadaki günlük yaşamın ayrıntılarını tamamlamak için sözünü etmem gereken birileri daha var. En önemli komşularımız, biz adaya gelmeden binlerce yıl önce buraya yerleşmiş, çoluğa çocuğa karışmış esas sahipler; yani martılar. Martıları belirtmeden bu adayı anlatmaya olanak yok. Vahşi çığlıklarla denize dalıp çıkan, bir iki karış derinlikten kaptıkları balıkları büyük bir zafer duygusuyla karaya getiren, çıkardıkları çeşitli seslerden ve değişik frekanslardan bir dilleri olduğunu anladığımız martılar. Hiçbir adalının rahatsız etmediği, adanın bazı çakıllı kıyılarının mutlak sahibi olan, yumurtalarını o kayalıklara bırakıp başında analı babalı, gözlerini ufuk çizgisinden ayırmadan, gelecek olası bir düşmanı gözleyerek, tehdit dolu bir duruşla bekleyen martılar. Bazı geceler evlerimizin taş teraslarında, iriyarı bir adamın yürüyüşüne benzer sesler çıkararak dolaşan martılar.
Bu beyaz gölgelerle o kadar içli dışlı olmuştuk ki, artık neredeyse onların kendi aralarında konuştuğu dili öğrenmiştik. Ne zaman kızıyorlar, ne zaman birbirlerini uyarıyorlar, ne zaman aşk sesleri çıkarıyorlar, ne zaman yavrularını azarlıyorlar, anlayabiliyorduk.
Adaya ilk gelenlerin yaptığı en akıllı iş, buranın temel sakinleri olan martıları ürkütmemek, onların yaşamını tehdit etmemek olmuş. Martılar adaya ilk kez ayak basan bu tuhaf yaratıkları kuşkuyla süzmüş, onlardan yumurtalarına ve yavrularına bir zarar gelip gelmeyeceğini anlamak için yıllar süren bir tür sınav uygulamıştır herhalde. Sonunda insanlar ve martılar arasında bir uyum kurulmuş, bu yaban kuşlar ile hayattan kaçan münzevi insanlar sessiz bir sözleşmeyle yaşam alanlarını birbirine karıştırmama konusunda anlaşmışlar.
Bu anlaşma, bir evin satılmasıyla sonsuza kadar değişti. O güne kadar adadaki evlerin hiçbiri satılmamıştı, çünkü sahipleri içinde oturmayı ya da bir yakınlarını göndermeyi tercih ediyordu. Ama 24 numaradaki yaşlı amcamız bir gün kalp krizi geçirip de 18 numarada yaşayan ve büyük bir özveriyle her türlü acımızı dindiren doktor arkadaşımız onu kurtarmayı başaramayınca, merhumun başkentte yaşayan oğlu evi satılığa çıkardı.
Biz bunu, babasını adanın mezarlığına gömmeye bile gelmeyen hayırsız oğlandan değil de gazetelerdeki emlak satış ilanlarından öğrendik. Bu durum, adadaki en büyük heyecan dalgalarından birine yol açtı. Herkes, başkent diskolarında biraz daha eğlenmek için evi satılığa çıkaran ve böylece babasının saygın ismine leke süren bu hayırsız evlada ağzına geleni söyledi. Oysa 24 Numara, adamızın en saygı duyulan insanlarından biriydi. Bizim gibi otuz ile kırk yaş arasını süren ikinci kuşak, rahmetliye büyük bir saygı gösterirdi. Çalışma yaşamı boyunca ülkenin en saygın ve ünlü avukatlarından biri olarak tanınmış olan 24 Numara, adanın sahibini tanıdığı için onun davetiyle gelip adaya yerleşmişti.
Lara ve ben adaya sonradan gelenlerdendik. İçim sızlamadan adını anmayı başaramadığım Lara’nın kim olduğunu birazdan anlatacağım.
İlk günlerde, kimin kim olduğunu anlamaya, onları tanımaya çalıştığım sırada, 24 Numara’dan, yani avukat beyden büyük bir saygıyla söz edilir ve tanıştığım zaman ondan çok etkileneceğim söylenirdi. Ben de bu tanışmayı iple çeker ama avukatı dingin hayatından çekip çıkarmamak için rahatsız etmeye çekinirdim. Böylece evinden pek çıkmayan adamcağızı tanımak, aşağı yukarı adaya gelişimden bir ay kadar sonra mümkün olabildi. O da çok garip bir biçimde…
Bir gün, adaya geldiğim ilk günlerde arkadaş olduğum Yazar’la birlikte denizde yüzüyorduk. Tam kıyıya dönüyorduk ki, biraz ileride yüzmekte olan 24 Numara’yı gördük. Arkadaşım seslendi, tanıştırmak istediği arkadaşının ben olduğunu söyledi. İkimiz birden avukat beye doğru yüzmeye başladık, o da bize doğru kulaç atmaya.
Birbirimize yaklaştığımız sırada, “Efendim, çok memnun oldum, sizi çok tanımak istiyordum zaten, ne şeref!” gibi ancak karada ve giyimli durumda bir anlam ifade edebilecek kibar tanışma sözcüklerini, denizde ve o garip durumda söylemeye başlamıştık. Çünkü eski kuşağa mensup olan avukat bey, saygı uyandıran tok sesiyle böyle aşırı kibar şeyler söylüyordu. Ben de aynı üslupta cevap vermeye çalışıyordum.
Tam o sırada, çok talihsiz bir şey oldu. Kim bilir hangi açık deniz gemisinden atılmış olan ve dalgaların kıyıya bırakmak üzere getirdiği bir zerzevat öbeğinin içinde bulduk kendimizi. Benim ağzıma bir salatalık kabuğu yapıştı. Onu ağzımdan sıyırıp alırken, bir yandan su yutmamaya bir yandan da nezaket cümlelerini tekrarlamaya çalışıyordum. Avukat beyin de alnına ezik bir domates yapışmıştı. Böylece bir yandan yüzmeye çalışırken ağzımızdan yüzümüzden de sebzeleri temizleyerek, aşırı kibar bir tanışma seremonisi yaşadık.
Daha sonra gölgeli teraslarda, ıtır kokulu akşamlarda ilginç sohbetler yürütürken, bu garip ve komik tanışma törenimizi anar, hep birlikte gülerdik. Hatta yazar arkadaşım, bu ilginç karşılaşma üstüne bir hikâye yazacağını söyler, bu arada eliyle gözünün üstündeki hayali bir patlıcanı almaya çalışırken en kibar ve ağdalı cümleler tekrarlardı.
Ama şimdi anlatmaya başlayacağım olaylar sonucunda bu hayalini gerçekleştiremedi ve bu hikâyeyi özetlemek de onun yanında bir hiç olan bana düştü. Avukat hiçbir zaman sözünü etmedi ama sanırım bizim yaşlarımızdaki oğlunun hayırsızlığı ve kendisini hiç arayıp sormaması ağırına gidiyor, Yazar ile bende bir çeşit evlat hasretini gideriyordu.
Ölümünden üç dört gün önce, güneşin tam tepede olduğu bir öğle vaktinde, koşmaya başlayacağını söylemişti bana. “Kilom epeyce arttı” diyordu, “bu durum tehlikeli. Yakında kıpırdamakta güçlük çekeceğim. Oysa bak, ihtiyar martılar uçmayı bırakıyorlar mı? Sürekli olarak gökyüzünde süzülüp duruyorlar, denize dalıp çıkıp yiyecek buluyorlar. İnsanoğlu bu akıllı yaratıkları örnek almalı. Ben de her gün koşacağım artık.”
Onu, aniden gelen bu çılgın ilhamın tehlikelerine karşı uyarmaya çalışmış ve bilmiş bir tavırla, “Hiç olmazsa koşmayın da yürüyün” demiştim. Gülmüştü. “Zaten koşmak dediysem, hızlı yürümek anlamında. Yoksa ben bu yaşta nasıl koşarım.”
Birkaç gün sonra bir şafak vakti, adamcağızı ağaçlıklı yolda yatar durumda buldular. Bilinci yerinde değilmiş. Onu kurtarmayı başaramayan doktor, hızlı yürüme yönteminin avukatın kalbine çok fazla geldiğini söyledi.
Adada bir ölüm olduğu zaman iki yöntem uygulanıyordu. Cesedi ya adanın mezarlık olarak ayırdığımız manzaralı bir tepesine gömüyor ya da haftada bir gelen vapurla memlekete yolluyorduk. Ama cesedi vapur gelene kadar ve daha sonraki yolculukta sürekli buz içinde tutmak gerektiği için, memlekete yollamak pek pratik bir yöntem değildi. Müteveffa avukatın –artık böyle anılmaya başlanmıştı adada– yıllar önce bazı tanıdıkları aracılığıyla sağlamış olduğu bir kolaylık sayesinde, ölüm ilmühaberini başkentteki nüfus idaresine bildiriyor ve işlenmesini sağlıyorduk. Yani bu unutulmuş adada yasadışı bir iş yaptığımız da yoktu. Başkentten bir yönetici atanamayacak kadar küçük bir yerleşim birimiydi adamız. Bizi gözardı etmişlerdi.
Ah unutulmuşluk, terk edilmişlik… Ah yalnızlık!
Meğer ne değerli kavramlarmış bunlar. O dingin hayatlarımız için ne kadar gerekliymiş. Bu satırları yazarken o eski günleri anıyor, yüreğim kanayarak yitirdiğimiz cennete ağıt yakmak istiyorum.
24 numaralı evin, zaten her tarafını sarıp sarmalamış olan sarmaşıklar arasında kaderine terk edileceğini, zamanla acı yeşil bitki örtüsünün evin içine kadar yürüyüp onu yutacağını düşünürken, gazeteleri ölüm ilanlarına kadar okuyan meraklı bir komşumuzun verdiği haberle heyecana kapıldık: 24 numaralı ev satılığa çıkarılmıştı. “Yeryüzü cenneti adada satılık ev” başlığı altında, adamızla ilgili övgülere yer veriliyordu. Bu satış, yıllardır koruduğumuz küçük topluluğun ifşa olması, mahremiyetimizin ihlali ve huzurumuzun bozulması anlamına geliyordu. Bu nedenle aramızda para toplayıp 24 numarayı satın almayı önerenler bile oldu ama adadaki yaşamın rehavetine kapılmış olan bizler, bir türlü bu gerekli kararı alıp uygulamaya koyamadık. Çünkü dünyevi işlere olan ilgimizi yitirmiştik. Hayatımızda ne trafik sıkışıklığı vardı, ne bürokrasi, ne vergi, ne form doldurma, ne banka… Sabah ayağımıza geçirdiğimiz eski bir şortla evden çıkıyor, arkadaşlarla sohbet ediyor, kahve içiyor, bazen denize giriyor, bazen balık tutuyor, ağır ağır akan bir su gibi acele etmeden yaşayıp gidiyorduk. Ada bizi uyuşturmuştu.
Bir gün denizi yara yara süratli bir teknenin bize doğru geldiğini gördük. Hücumbota benziyordu. Geldi, adanın iskelesine yanaştı. İçinden resmi görünümlü, takım elbiseli, siyah gözlüklü, telsizli adamlar indi. Bakkalla bir süre konuştuktan sonra onu da alıp 24 numaraya gittiler. İçeride bir saat kadar kaldılar, içlerinden biri elindeki büyük fotoğraf makinesiyle evin bir sürü fotoğrafını çekti. Sonra adayı dolaştılar ve tekrar hücumbota binip gittiler.
Bizlere ne selam, ne sabah… Onlar ayrıldıktan sonra hemen merakla başına üşüştüğümüz bakkal, hepimizin isimlerini bildiklerini söyledi. Artık apaçık belli olmuştu ki adamıza önemli biri geliyor. Devletle ilişkili, üst düzeyden yani kendi aramızdaki deyişle büyükbaşlardan biri. Ama hayali en geniş olan arkadaşımız –ki bu durumda Yazar oluyordu bu– bile en tepedekinin geleceği tahminini yürütemedi.
Sonra bir gün, “O” geldi. Böylece adamızın tarihi ve talihi sonsuza kadar değişmiş oldu.
Çarşamba sabahı büyük beyaz vapur her zamanki saatinde geldiğinde, çoğumuz merak içinde iskelede toplanmıştık.
Bu merak, gelenin kim olduğuna ilişkin değildi artık. Çünkü aradan geçen birkaç hafta içinde bazı işçiler gelmiş, evin iç ve dış boyasını yenilemiş, bahçeyi düzenlemiş, kırık olan bir iki camı değiştirmiş, tırabzan tahtalarını ve merdivenleri zımparalayıp cilalamış, evi pırıl pırıl, bizler için yadırganacak bir görünüme sokmuştu.
Bu kişilerin başında iyi giyimli biri bulunuyordu. Belki de sivil giysilerine bu kadar özen göstermesinden dolayı asker olduğunu saklayamayan bu adam, işçileri sürekli kontrol altında tutuyordu. Buna rağmen biz kimin geldiğini öğrenmiştik artık. Ne de olsa insandı işçiler; ağızlarından birkaç söz kaçırmışlardı.
Adamızı, yıllar süren demir yumruk yönetiminden sonra gözden düşen ve ihtilal konseyi tarafından görevine son verilen devlet başkanı şereflendiriyordu. Bu haber hepimiz için tam bir şok olmuştu. Niye geliyordu buraya, ne işi vardı? Onca şatafata, merasime, lükse alışmış olan biri bu adada ne bulabilirdi ki!
Ayrıca daha da kötüsü, bu adamın ülkede dostları olduğu kadar düşmanları da bulunduğu için, adamız bir hedef haline gelecekti. Bir keresinde, zırhlı otomobilinin geçtiği yolda patlatılan bir C4 bombasından, iki sefer de suikastçı kurşunlarından kıl payı kurtulmuştu.
Hatırlıyorum, Başkan gelmeden önce yazar arkadaşımla gece boyunca konuşmuş, kaygılarımızı paylaşmıştık. Doğrusunu söylemem gerekirse ben onun kadar karamsar değildim. Başkan’ın sakin bir emeklilik hayatı sürmek için buralara geliyor olmasını o kadar da olağandışı bulmuyordum. Kim bilir o törenlerden, hükümet krizlerinden, basından nasıl sıkılmıştı ve artık yaşlı yüreğini, bizim adanın sükûnetine sığınıp basit bir hayat sürerek dinlendirmek istiyordu. Belki de adayı seçmesinin temel nedenlerinden biri güvenlikti. Öyle ya, küçük bir adaya, görünmeden kim yanaşabilir ve bir suikast düzenleyebilirdi.
Yazar arkadaşım ise beni çok saf buluyordu. Ben siyasetle fazla ilgili olmadığımdan, onun durumu abarttığını düşünüyor ve her zaman açıkladıkları gibi “ülkeyi bir iç savaştan kurtarmak için yönetime el koymuş olan Başkan ve arkadaşlarının” niyetlerinin iyi olduğuna inanıyordum. Adadaki sükûnetin bozulacağından korkmalarına rağmen pek çok komşumuz da benim gibi düşünüyor, Başkan’a gereken saygıyı göstermemiz gerektiğini söylüyordu.
Bu düşüncelerle iskelede toplanmış olan bizler, bavulların ve birtakım eşyanın önce vapurdan motora taşındığını gördük. Motor, bizim haftalık nevaleyi de yüklenmiş olarak geldi. Motordan inen üç kişi bavullar ile kutuları 24 numaraya taşımaya başladı.
Motor vapura geri döndü ve seçebildiğimiz kadarıyla merdivenden, görevlilerin özenli desteğiyle beyaz giyimli birkaç kişi bindi. Herhalde hasır şapka giymiş olanı Başkan’dı. Motor yaklaştıkça yanılmadığımızı gördük. Başkan bembeyaz ve tiril tiril bir takım elbise giymiş, boynuna gri bir kravat bağlamıştı. Gazetelerde yüzlerce kez gördüğümüz, resimlerinden tanıdığımız iradeli yüzüyle bize doğru yaklaşıyordu. Sonunda motor iskeleye bağlandı, yine görevlilerin özenli desteği ve uzattıkları saygılı ellerin yardımıyla Başkan adamıza ayak bastı.
Elinde şık bir baston vardı. Arkasından, eşi olduğunu tahmin ettiğimiz beyaz giysili yaşlı bir hanım ile iki çocuk indi. On iki-on üç yaşlarında görünen biri kız biri erkek iki çocuk.
Doğrusu iskelede toplanmış olan bizler, bu ailenin şıklığı yanında pek döküntü kalıyorduk. Kimimiz mayoyla inmişti iskeleye, kimimiz tek bir şortla; en derli toplumuz kısa bir şort ve fanila giymişti. Kadınların da kimi mayolu, kimi şortluydu.
İçinde yaşadığı koşullar ve iklim insanları değiştiriyor. Adada geçen onca yıldan sonra kravat, ceket gibi giysiler bizi boğar olmuştu. Zamanla hiç fark etmeden tropik adaların yerlileri gibi giyinmeye başlamıştık. Bu yüzden Başkan’a ne kadar acayip göründüğümüzü tahmin etsek bile, onun giysilerinin ve gevşeyip sarkmış gıdısının altından sıkı sıkı bağlamış olduğu kravatının bizde yarattığı dehşet duygusuna engel olamıyorduk.
Başkan iskeleye sağlamca ayak basınca bastonuna dayandı, Amerika kıtasına yeni ayak basmış ve orada yarı çıplak yerlilerle karşılaşmış bir fatih edasıyla bizleri süzdü ve tok bir sesle, “Merhaba arkadaşlar!” diye bağırdı. Bu öylesine tanıdık, eski zamanlardan, özellikle askerliğimizi yaptığımız yıllardan süzülüp gelen bir sesti ki, çoğumuz elimizde olmadan ve kendimizi gülünç duruma düşüreceğimizi hesap edemeden, teftiş gören bir manga gibi sert bir sesle, “Sağ ol!” diye bağırdık.
Yazar ortalıkta yoktu ama meraklı bir adam olduğu için bizleri herhalde bir orman kuytusundan izliyordu. Bunu gözümün önüne getirince biraz önceki sert, “Sağ ol!” yanıtımızdan rahatsız olmadım değil ama iskelede o kadar tuhaf şeyler oluyordu ki adada belki de günlük hayatın tekdüzeliğinden biraz sıkılmış olan bizlere eğlenceli bile geliyordu.
Sonra Başkan tek tek hepimizin elini sıkmaya başladığı için sıraya girdik. Karısı da arkasından geliyor, o da elimizi sıkıyordu. Çocuklar sıkıntı içinde izliyordu bu işin bitmesini. Evet, adamızı tanıtırken size söylemeyi unuttuğum –kim bilir daha böyle kaç şey var– konulardan biri de adada çocuk olmadığıdır. Okul çağında çocukları olan aileler bu adada yaşayamazlardı zaten. Bazı ailelerin çocukları ya da torunları yaz tatillerinde gelir sonra yine ülkeye dönerlerdi. Yanındaki çocuklar Başkan’ın torunları olmalıydı. Herhalde yaz tatili için gelmişlerdi.
Ey adamız, bize gösterdiğin onca cömertlikten sonra sana bu kötülüğü yaptığımız, düşmanımızı saygı göstererek karşıladığımız, üstelik öne doğru hafifçe eğilerek elini sıktığımız için bizi bağışla! Sen de öyle yazar arkadaşım. İlk günden beri uyarılarını dinlemediğimiz ve seni nedensiz bir karamsarlıkla suçladığımız için bizi hoş gör!
Şimdi neredesin, özgür müsün, yoksa bir hücrede çile mi dolduruyorsun; sağ mısın, ölü müsün bilemiyorum ama olur da bir gün bu yazdıklarım eline geçerse, sana karşı derin bir mahcubiyet hissettiğimi, yüreğim sızlayarak seni özlediğimi bilmeni isterim.
Keşke tekrar başa dönmek ve bunları hiç yaşamamak mümkün olabilseydi. Başkan adaya hiç gelmemiş olsaydı ya da biz iskelede karşılayıp, ona ve eşine saygıda kusur etmeden 24 numaraya kadar eşlik etmeseydik. Ama ettik; üstelik bununla da yetinmedik, o akşam basit çardak altında taze tutulmuş balıklar ve kendi yaptığımız beyaz şaraptan oluşan bir hoş geldin partisi de düzenledik.
Bunları düşündüğüm zaman yüzüm kızarıyor, yüreğim daralıyor ama o partide ada sakinleri adına bir hoş geldin konuşması yapmak için zorladığımız, halim selim, kendi halinde bir adam olan 1 Numara’nın, yeni komşularımız şerefine kadeh kaldırdığını bile not etmek zorundayım. Hep birlikte ayağa kalkıp, “Hoş geldiniz!” diye haykırışımızı da.
Bizim bu konukseverliğimize karşılık vermek isteyen Başkan, ayağa kalkıp bir konuşma yaptı.
“Sevgili komşularımız” dedi oturaklı bir sesle, “eşim ve ben, adanıza geldiğimiz ilk gün gösterdiğiniz bu müstesna kabul töreni için size minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz. Vatanımızın her köşesinin cennet olduğunu bilecek kadar çok yaz, kış, sonbahar ve ilkbahar geçirdim. Ama bu cennet vatan içinde adanızın hakikaten apayrı bir yeri ve insanı sarhoş eden bir güzelliği var. Uzun mücadele yıllarından sonra eşimle birlikte geçirmek istediğimiz mütevazı ve sade hayat için buradan daha uygun bir yer olmadığını ve doğru mekânı bulduğumuzu düşünüyorum. Bu yüzden, bana bu adadan yıllar önce bahsetmiş, hatta ilk evi yaparken beni de burada bir ev yapmaya davet etmiş olan müteveffa arkadaşımı, yani bu adanın ilk sahibini rahmetle anıyorum.”
Konuşmanın burasında hepimiz 1 Numara’ya baktık, babasının yaptığı bu davetten haberi olup olmadığını anlamaya çalıştık ama o da en az bizim kadar hayretle dinliyordu Başkan’ın sözlerini.
“O zamanın mücadeleleri içinde değil bu daveti gerçekleştirmeye, adayı gelip görmeye bile vakit bulamamıştım. Ama onun anlattıklarının aklımın bir köşesinde hep kaldığını ve zaman zaman gizli bir pişmanlık duymama yol açtığını itiraf etmeliyim. Bu yüzden tam emekliye ayrıldığım sırada –ayırdıkları değil de ayrıldığım sırada demesine dikkatinizi çekerim– bir gazete ilanında bu adada satılık bir ev olduğunu öğrenmemin, Allah’ın karşıma çıkardığı bir lütuf olduğunu düşündüm…”
Konuşma bu minval üzere devam edip gitti ve Başkan şerefimize kadehini kaldırırken, “Artık biz de sizlerden biriyiz. Ayrı gayrımız yok. Bizi komşunuz olarak kabul etmenizden onur duyuyoruz!” gibi gururumuzu okşayacak sözler söyledi.
Ne saf, ne aptal, ne dünyadan habersiz yaratıklarmışız. Başkan’ın bu konuşması, belki de o güne kadar yaptığı yüzlerce politik konuşmanın muhatapları gibi bizi de heyecanlandırmış, içimizi iyi dilekler ve dostlukla doldurmuş, bu yeni, sevimli komşularımızı temiz yüzlü, tonton ihtiyarlar olarak bağrımıza basmamıza yol açmıştı.
Yemekten sonra kahveler içilirken adanın hanımları, Başkan’ın karısının çevresine toplanmışlardı. O da aynen kocası gibi kadınlar grubuna başkanlık eden bir hava içindeydi. Belki de onlar hiçbir şey yapmıyorlardı da bu havayı onlara biz veriyorduk. Akşam güzel, hava yumuşak, denizden esip yüzümüzü yalayan serinletici ve minik su zerrecikleri getiren rüzgâr pek hoştu.
Keşke olmasaydı. Keşke o gece Poseidon açık denizin karanlıkları arasından kükrese, üstümüze gecenin bütün lanetli fırtınalarını salsa, o uğursuz karşılama törenini paramparça etseydi. Keşke deniz diplerinin bütün canavarları üzerimize çullansaydı. (Bu da fazla süslü cümlelerimden biri mi acaba? Yoksa çok mu edebi? Eğer bu el yazıları bir gün basılma olanağına kavuşursa, editör gereksiz gördüğü paragrafları çıkarır nasıl olsa.)
Yazarın bu toplantıya da gelmediğini söylemeye gerek yok sanırım. O, henüz Başkan’la tanışmayan adadaki tek kişiydi.
Evinde homurtular içinde bize sayıp sövdüğünü duyar gibiydim. Bundan dolayı da içimde bir eziklik duygusu vardı ama ne yapayım, olayları ben yönlendirecek değildim ya. Daha en baştan nasıl öyle kesin tavırlar alabilirdim? Sonuçta, herkes ne yapıyorsa ben de onu yaptım. Evet, pek düşünmedim üstünde, ortama uyup gittim. Bu pek de övünülecek bir şey değil ama ne yapabilirdim ki! Olayların akışı içinde yazar arkadaşımı iki gün görmedim. Evine uğradığım bir iki sefer kapıyı açan olmadı. Gerçekten evde değil miydi yoksa beni cezalandırmak için mi açmıyordu, anlayamıyordum ama bana kızgın olduğu kesindi. Hiç aramıyor, ortalığa çıkmıyor, gündelik buluşmalarımızdan uzak duruyordu.
İki gün sonra bir sabah onu Mor Su dediğimiz yerde buldum. Adamızda çakıllarla kaplı birkaç yüzme yeri vardı. Biri Mor Su, biri Lara adlı bir koy, biri de Derin Su. Gününe göre rüzgârın ve dalganın daha az olduğu kıyıyı seçer, yüzmek için orada toplanırdık. Bu üç koy dışındaki kıyılar martılara ayrılmıştı. Onların yaşam alanlarına hiçbir zaman girmezdik. Bu kıyılarda martılar yumurtlar, kuluçkaya yatar, yavrularını korur, insanlara hiç yaklaşmayan yaban bir tür olarak yaşamlarını sürdürürdü.
O gün batı rüzgârı alıyorduk, dolayısıyla o rüzgâra açık olan Mor Su’yu değil, ötekilerden birini seçmem gerekiyordu ama garip bir önseziyle Mor Su’ya yöneldim. Belki de hiçbirimizi görmek istemeyen Yazar’ın böyle bir aykırılık yapacağını hissetmiştim. Gerçekten de yanılmamışım. Arkadaşımı Mor Su’da, buraya adını veren mor dalgaların kabarışını izler ve rüzgârda dağılan uzun saçlarını toplamaya çalışırken buldum. Ayak seslerimi duyduğu halde başını çevirmedi, gelenin kim olduğuna bakmadı. Benim geldiğimi anlamış olmalıydı.
Hiç ses çıkarmadan yanına oturdum. Bir süre kabararak üstümüze gelen, kıyıdaki sonsuz gelgit oyununu tekrarlayan denizi, sulara dalıp çıkan martıları izledik. Sonra, “Bu kıyıda avukat beyle tanışmamızı hatırlıyor musun?” dedim.
“Evet!”
“Ne matraktı di mi?” dedim.
“Evet.”
“Müşerref oldum beyefendi!” dedim ve bu arada ağzımdan bir salatalık kabuğunu çekip atıyor numarası yaptım. Hiç gülmedi. Sonra yine bir sessizlik oldu. Eline aldığı bir dal parçasıyla çakıllara birtakım şekiller çizmeye çalışıp duruyordu ama ne yaptığının farkında değil gibiydi.
Sakin görünüşünün altında çok öfkeli ve gergin olduğunu hissedebiliyordum. Kendini o kadar kasmıştı ki neredeyse ince gövdesindeki adalelerin seğirdiğini görebiliyordum. Bir süre sessizlikten sonra şöyle dedim:
“Sence bir insan, kendisine yapılan kötülükleri karşısındakilere aynen uygularsa doğru davranmış olur mu?”
Cevap verip vermemeyi düşünürmüş gibi biraz bekledi, sonra, “Kim olduğuna bağlı!” dedi.
Yine karşılıklı sustuk. Daha sonra şu tuhaf konuşma geçti aramızda:
“Sana kötülük yapmış olanlara, aynı yöntemlerle cevap vermek doğrudur mu diyorsun?”
“Ne demek istiyorsun sen?”
“Bu tutum onların bizlere daha önce yaptıklarını aynen tekrarlamak anlamına gelmez mi?”
“Sen sahiden bu kadar saf mısın, yoksa numara mı yapıyorsun?”
Bunu sorarken ilk kez yüzüme bakmıştı.
“Belki safım, siyaseti de senin kadar iyi bilmiyorum ama ne yapmış olursa olsun…”
“Sen gerçekten neden söz ettiğini bilmiyorsun.”
“…o da bir insan!”
“Şaşırmışsın sen!”
“Olabilir ama bu durumda ne yapalım. İki yaşlı insanı tutup denize mi atalım? Hem de torunlarıyla.”
Dişlerinin arasından, “Bu bile az gelir!” diye homurdandığını duydum. İçindeki nefretin yoğunluğunu hissetmek beni ürpertti. Aramızda, konuşmayla aşılamayacak kadar büyük bir engelin oluştuğunu görüyordum ama bir yandan da onu zorlayarak bu konuda fikir birliğine varma, yakınlaşma isteğimin önüne geçemiyordum. Çünkü onu çok seviyordum. Bunu kendisine söyleyemezdim, böyle sululuklardan hoşlanmazdı ama size itiraf edebilirim. Hayatta en değer verdiğim dostumdu.
Çoğu zaman Derin Su’da çocuklaşır, iki ayrı yerden suya dalar, sonra derinliklerde birbirimizi bularak el ele tutuşur ve bir zafer kazanmış edasıyla suyun yüzüne fırlardık. Sudan, önce birbirine tutunmuş dört el çıkardı, sonra da biz. Akşamüstleri ya onun ya bizim bahçede iki kadeh parlatırken, edebiyattan, hayattan, insanlardan konuşurduk. Ama geçmişinden hiç söz etmezdi. Kimdi, niye yalnız yaşıyordu, adaya gelmeden önce neler yapmıştı? Bu konular tabuydu onun için; hayatını hiç konuşmaz, söz dönüp dolaşıp kendisine gelirse sinirli bir tavırla lafı değiştirirdi.
Yıllardır birlikte yaşadığım sevgilim, bir tanem de çok severdi onu ve yalnızlığına bir çare bulmak isterdi. Ama adada böyle bir olanak yoktu. Zaten Yazar da durumundan şikâyetçi görünmüyordu. Kişiliğinin bir noktasına sanki bir Ortaçağ şövalye zırhı geçirmişti, oradan ötesine geçmek mümkün olmuyordu.
Genellikle suskun bir adamdı. İnce yüzünde, güldüğü zaman bile azalmayan dertli bir ifade vardı. Sadece edebiyat konuşurken canlandığını görürdüm.
Bir de şunu eklemeliyim ki, her zaman çok insafsız bir eleştirmendi. Yaptığım yazı denemelerini ona götürür, nasıl bulduğunu sorardım. O da bana şöyle şeyler söylerdi: “Senin adın Marcel mi?” Ben, “Hayır!” derdim. O, “Ama Marcel Proust gibi yazmışsın” diye devam ederdi: “Proustvari bir metin ortaya çıkarmaya çalışmışsın ama şunu unutma ki Proust olmak ile Proustvari olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Bu biçim, Marcel adlı Parisli yazarın o koşullar içinde bulduğu, kendine özgü bir biçimdir, kendi sesidir. Sen de anlatıda kendi sesini bulmalısın. Yoksa yazdığın şey Proust’tan daha iyi olsa bile Proust taklidi olarak kalır.”
Böyle paparaları yiyen ben nedense alınmaz, yazı odama daha bir şevkle kapanır ve yeni metinler ortaya çıkarırdım. Yine beğenmezdi. Parmağını tehditkâr bir ifadeyle sallayarak, “Seni seni!” derdi. “Bu sefer de yakaladım. Senin adın Jorge Louis mi? Son günlerde Borges mi okudun?”
Yüzüm kızararak itiraf ederdim ki evet, Borges okumuş, çok etkisinde kalmış ve onun gibi bir şeyler yazmak istemiştim. “Unutma,” derdi tekrar, “kendi sesin! İşte en önemli şey bu. Senin sesin! Dünyada hiçbir tarza, hiçbir modaya oturulamayacak kadar senin olan bir üslup. Elin gibi, gözün, bakışın, gülüşün gibi senden bir parça.”
Sevgili dostum, acımasız öğretmenim, şimdi bu satırları okuyabilseydin nasıl bulurdun acaba? İşte belki de ilk kez senin istediğin gibi biçim denemeleri yapmadan yazıyorum, kimseye özenmiyorum, kaba saba da olsa, hantal da görünse, arada bir saçmalasam da, hiçbir yazın değeri taşımasa da kendim anlatıyorum hikâyemi. Çünkü bu sefer bir derdim var ve onu anlatmam gerekiyor. Hani sen, her hikâye kendi biçimini bulur derdin ya, galiba öyle oluyor; anlattıkça roman –Tanrım, ne büyük bir kelime bu!– kendi biçimini oluşturuyor. Mor Su’daki o gergin konuşmanın sonunda bana biraz acımış olmalıydı ki, “Bak,” demişti, “siyasetle ilgin olmadığını biliyorum ama yaşadığın dünyaya gözlerini bu kadar kapatmaya hakkın yok. Ülkenin yıllardır kanadığını, kutuplaştığını, insanların birbirine karşı kamplar halinde bölünüp kışkırtıldığını biliyorsun, değil mi?”
“Biliyorum elbette!”
“Aralarına nefret tohumları ekilen etnik, dini ne kadar grup varsa, bunların durmadan birbirini öldürdüğünü, kan davasının giderek azgınlaştığını da biliyorsun!”
“Tabii!”
Konuşmanın burasında ayağa kalkmış ve sesini yükselterek bana şöyle demişti:
“Her şeyi biliyorsun birader ama bir tek, insanlarımızı kimin kamplara böldüğünü, bu kan davasını kimin isteyerek, planlayarak başlattığını bilmiyorsun!”
Sonra beni Mor Su’da tek başıma bıraktın gittin. Ben arkandan bakakaldım.
Anlaşılan o gün Derin Su’ya gidip, denizin derinliklerinde birbirimizin elini arayacak durumda değildik. Başkan ve ailesinin adaya yerleştiği ilk günlere ait pek bir şey yok aklımda. Evlerine çekilmişlerdi, onları pek görmüyorduk. Ada, eski durgun ve yavaş akan hayatına geri dönmüş gibiydi. Tek değişiklik, Başkan ailesinin yerleşmesine yardım etmek için adada kalan, kıyıya yanaşmış resmi bir teknenin içinde uyuyan ve yine asker olduğunu tahmin ettiğimiz sivil giyimli üç kişiydi.
Bu kara gözlüklü, disiplinli, ciddi görünümlü genç adamlar kimseyle konuşmuyor, hiçbir adalıyla ilişki kurmuyor, hatta özel bir dikkatle, belki de zehirlenmekten korktukları için bakkaldan alışveriş bile etmeden yemeklerini teknede yiyordu. Adanın her tarafını gezdiklerini, incelediklerini, notlar aldıklarını görüyorduk. Belli ki Başkan’a yönelebilecek tehlikeleri, adanın güvenlik durumunu gözden geçiriyorlardı.
Bu adamların bir süre sonra adayı terk edeceğini, geçici olduklarını bildiğimiz için onlara fazla aldırmıyorduk doğrusu. Keyfimiz yerine gelmişti, çünkü yeni komşuların adada hiçbir şeyi değiştirmeyeceğine inanmaya başlamıştık. Ada ülkeden çok uzak olduğu için gazetecilerle çevrelenme riski de yoktu. Belki de kendisi adına doğru bir seçim yapmıştı Başkan.
Mor Su’daki konuşmamızdan sonra Yazar’ın söylediklerini uzun uzun düşünme fırsatım olmuştu. Evet, dedikleri doğruydu; ne yazık ki mor dağları, derin uçurumları, mavi denizleri ve barışçı halkıyla ünlü olan anayurdumuz, yıllardır bir türlü sonu gelmeyen iç çatışmalarla sarsılıyor, şiddetin önü bir türlü alınamıyordu. Haftada bir gelen gazeteleri okuduğumuz zaman içimiz burkuluyor, bu şiddet tutkusunun nasıl bütün ülkeyi kapladığını anlamakta güçlük çekiyorduk. Çocukluğumuzun o sakin, huzur dolu, güzel ülkesinde, çeşitli etnik gruplar, mezhepler, silahlı örgütler, bölgesel güçler hem devlete hem de birbirlerine karşı çarpışıyordu.
Bazen bu gruplardan biri devletle yakınlaşıyor, askerlerle birlikte hasmına saldırıyor, sonra bir değişiklik oluyor ve devlet başka gruplarla ittifak kuruyordu.
Binlerce kişinin tutuklu olduğu hapishanelerden sık sık işkencede ölüm haberleri geliyordu. Yabancı basın ülkemizdeki insan hakları ihlallerini sürekli olarak gündemde tutuyor, iş başındaki ihtilal hükümetini kınıyordu. Eskiden barış içinde yaşayan bu insanların nasıl olup da böyle kanlı düşmanlara dönüştüğünü anlayamıyorduk ama artık bu grupların tekrar dost olabilmesinin, bir arada yaşamasının mümkün olmadığını da kavrıyorduk.
Bütün bu haberler ağzımızda buruk bir tat yaratmasına rağmen, birbirimize değil kendimize bile itiraf edemediğimiz bir bencillikle, “Aman, iyi ki buraya geldik de bu belalardan kurtulduk!” diye düşünüyorduk. Tanrı’nın şanslı kullarıydık doğrusu.
Gazetelerde Başkan’ı hep “Milletin Babası” sıfatıyla, kurtarıcı olarak okurduk. Arada bir yaptığı resmi konuşmalarda bölünmeden, ülkenin kıyısına geldiği uçurumdan yabancı güçleri, düşman ülkelerin beşinci kol faaliyetlerini sorumlu tutar, darbeyi, milli birlik ve beraberliği tekrar sağlamak, ülkeyi bütünleştirmek için yaptıklarını belirtirdi.
Milli bayram günlerinde onu ya açık arabasından halkı selamlarken ya da bir çocuğun başını okşarken görürdük. Bazen, kimsesiz çocuklar yurdu, huzurevi gibi yerlere yaptığı ziyaretler basına yansır, bu haberleri mutlaka Başkan’ın çocuklara ya da yaşlılara çeşitli hediyeler verirken çektirdiği fotoğraflar süslerdi.
Fotoğraf deyince hatırladım, o günlerden aklımda kalan bir ayrıntı da toplu resim çekilmesi.
İşte plansız yazmanın, oradan oraya savrulmanın, romanı çağrışımlar yoluyla sürdürmenin yarattığı bir durum daha. Oysa bu fotoğraf işi, ileride de anlaşılacağı gibi son derece önemliydi.
Başkan’ın, adaya taşınmasını komşularıyla birlikte toplu resim çektirerek “ebedileştirmek” istediği bildirildi hepimize. Ertesi sabah iskelede buluşacaktık. Bakkalın evleri tek tek dolaşarak getirdiği bu haber üzerine yüzümü kızartarak Yazar’a gittim.
“Nasıl olsa tanışacaksın, yıllar boyunca saklanamazsın, en iyisi, resim çektirme bahanesiyle iskeleye gel, kısaca tanı, sonra yine görüşme” dedim. Yoksa dikkatleri daha çok üstüne çekeceğine, Başkan’ın kendisini rahat bırakmayacağına onu inandırmayı başardım sanıyorum ki, ertesi sabah o da iskelede belirdi. Kalabalığın arasına karışması dikkat bile çekmedi aslında. Çünkü benden başka kimse Yazar’ın ortalıkta görünmediğinin farkında değildi. Zaten Başkan da komşularını tek tek tanıyacak vakti henüz bulamamıştı.
Ortamıza Başkan ve eşini alarak grup halinde durduk. Başkan’ın görevli adamları yumuşak sabah güneşinin yüzlerimize vurmasını sağlayacak biçimde yönlendirdiler bizi. İşini çok iyi yapan bir düğün fotoğrafçısı gibi hepimizin duruşunu ayarladılar, herkesin düzgün bir biçimde kadraja girmesini sağladılar. Sonra ellerindeki gelişmiş, büyük fotoğraf makinesiyle birçok açıdan resmimizi aldılar.
Ah benim şu saf kafam, ah benim şu kahrolası naifliğim! Fotoğraf çekme meselesini Başkan’ın güzel bir jesti, bir dostluk simgesi olarak görmüştüm. İşin yapılışındaki garipliği, görevlilerin böyle kılı kırk yararcasına, profesyonel makinelerle herkesin görünmesini sağlayacak biçimde özel bir dikkatle resim çektiğini atlamışım. Bunu, yaşlı bir adamın yeni hayatına başlarken edindiği komşularıyla bir hatıra fotoğrafı çektirmek istemesi olarak görmüştüm.
Hatta yazar arkadaşımı da grubun içine katmakla, ileride doğabilecek birçok anlaşmazlığın önüne geçtiğimi düşünüyor, kendimle gurur duyuyordum.
Bilmem beni bağışlayabilecek misin? Eğer o gün sana bu kadar ısrar etmeseydim, bu toplu fotoğrafta yer almayacaktın ve başına gelen felaketleri de yaşamayacaktın. Belki yaşadığımız felaket yine gerçekleşecekti, buna zaten engel olamayacaktık ama yine de bu fotoğraf çekiminin bir tuzak olduğunu görmeliydim. Akıllı düşmanından daha çok zarar veren aptal bir dostluk yapmıştım sana. Şimdi ise çok geç; hem sana ne kadar pişman olduğumu, yüreğimin nasıl üzüntüyle burkulduğunu söyleme olanağını bulamam, hem de bunun artık hiçbirimize bir yararı yok.
Fotoğraf çekiminden iki gün sonra, adadaki ilk küçük şokumuzu yaşadığımızı anlatmalıyım. Hani daha önce sözünü ettiğim ağaçlık yolumuzu hatırlıyor musunuz? İki yanına ulu ağaçların sıralandığı ve bu ağaçların yukarıda birbirine girerek doğal bir gölgelik oluşturduğu, yeşil bir tünele benzeyen serin yolumuz… Öğle güneşi altında bakkaldan ya da iskeleden kan ter içinde eve dönerken bu yola girer girmez, kuytu yeşil ormanların gölgeli serinliğiyle ferahlardık. Başımızın üzerindeki gölgelik öylesine sıktı ki güneşi görmüyorduk bile. Bu doğa harikası, adadaki en büyük hazinelerimizden biriydi.
Bir gün o yoldaki ağaçların budanmaya başladığını görme bahtsızlığını yaşadık. Başkan’ın adamları büyük bir beceriyle ağaçları buduyor, onları birer yeşil duvar oluşturacak şekilde kesip biçiyordu. Bu çevik adamların yetenekleri ve maharetleri o düzeydeydi ki ağaçlara kolaylıkla tırmanıyor, yukarıda birleşen dalları süratle kesiyorlardı. Biz olayı duyup gelene kadar ağaçların yarısı budanmıştı bile. Yola toplanmış olan zavallı adalıların şaşkın bakışları arasında iki yanımızda muntazam duvarlar oluşmaya başlamış, o doğal, kendi haline bırakılmış ağaçlar, Versailles bahçelerindeki bahçıvanların şekil verdiği yeşil heykellere dönüşmüştü. En korkuncu da artık tepemizdeki gölgeliğin kalmamış olmasıydı. Güneş doğrudan doğruya yola vuruyordu. Tahmin edebileceğiniz gibi ilk şaşkınlık anını atlatır atlatmaz adamları durdurmaya çalışmıştık ama bizim yüzümüze bile bakmıyor ve işlerine devam ederken, “Başkan’ın emri! Onunla konuşun!” diyorlardı.
Baktık ki adamlara söz dinletemeyeceğiz, apar topar Başkan’ın evine koşup kapısını çaldık. Onu görür görmez, “Aman şu adamları hemen durdurun! Göz göre göre ağaçlarımızı mahvediyorlar!” diyecektik. Kapıyı kız torunu açtı. Ona hemen Başkan’ı görmek istediğimizi söyledik, hatta en aceleci birkaç kişi içeri girme girişiminde bile bulundu sanıyorum. Ama kız yüzümüze şaşkınlıkla baktı, sanki siz kim oluyor da böyle apar topar benim devlet başkanı dedemi görmeye geliyorsunuz der gibiydi. Sonra, “Dedem çalışıyor” dedi, “rahatsız edilmeyi hiç sevmez!”
Büyümüş de küçülmüş gibi görünen kıza diller döktük, çok acil bir durum olduğunu söyledik ama söz dinletemedik: “Çalışırken dedemin odasına gitmemiz, kapısını çalmamız kesinlikle yasaktır!” dedi. “Ben bile giremem. Saat 12’de gelin.”
Ve yüzümüze kapıyı güzelce kapattı. Birbirimize baktık, sonra tekrar yola koştuk. Artık Başkan’ı görsek de faydası yoktu, iş işten geçmişti. Ağaçların çoğu budanmış, yeşil duvarların muntazam keskinliği iyice ortaya çıkmıştı. Ağlamak geliyordu içimden. 1 Numara, “Bu işte bir yanlışlık olmalı!” dedi. “Başkan böyle bir emir vermiş olamaz. Herhalde bu adamlar yanlış anladılar. Yoksa Başkan durup dururken, adamızın can damarı yolunun yeşilliğini niçin yok etsin.”
Birkaç kişi daha ona hak verdi. Herhalde ortada korkunç bir yanlış anlama vardı; belki de Başkan kendi bahçesindeki ağaçların budanmasını emretmişti de adamlar bunu yoldaki ağaçlar olarak anlamışlardı. Sonunda çoğunluk bu görüşe katıldı. “Evet, evet!” dediler. “Bu, büyük bir yanlışlık. Başkan’ımız böyle bir emir vermiş olamaz. Yazık oldu ama ne yapalım ağaçlar yine büyür!”
Sadece benim içimde, işin böyle olmadığına dair büyük bir kuşku belirmişti. Çünkü Yazar’ın sözlerini ve beni safdillikle suçlamasını aklımdan çıkaramıyordum. Saat tam 12’de ziyaretine gittiğimiz Başkan da bunu doğruladı zaten.
“Bakın değerli komşularım” dedi, “siz belki uzun yıllardır burada yaşadığınız için gözünün önünde olup biten bazı düzensizliklere, kargaşaya, intizamsızlığa alışmışsınız. Her şeyi başıboş, kendi haline bırakmışsınız. Oysa insan toplumları böyle yaşayamaz. Hem kendine, hem oturduğu yere çekidüzen vermek medeniyet icabıdır. Gelir gelmez gözüme ilk çarpan şey, toprak yoldaki o korkunç manzara oldu. Ağaçlar alıp başını gitmiş, birbirine dolanmış, burayı insanların yaşadığı medeni bir yer manzarasından uzaklaştırmış. Adamlarım gitmeden önce bu işi hallettikleri için onlara minnettar kalmalısınız. Bundan böyle o yoldan gelip geçerken, iki yanınızdaki muntazam, insan eli değmiş, park ve bahçe geleneklerine göre düzenlenmiş, budanmış, ferahlamış ağaçları görecek ve adanızla bir kez daha gurur duyacaksınız.”
24 numaranın bahçesindeydik, ayakta duruyorduk. Başkan verandada olduğu için bizden biraz daha yüksekteydi. Beyaz bir pantolon ve tiril tiril beyaz bir gömlek giymiş, güneş gözlüğü takmıştı. Ayağında da beyaz mokasen pabuçlar vardı. Elini cebine sokmuş, başı biraz yukarıda, o etkileyici ses tonuyla konuşuyor, oraya şikâyet etmek için gelmiş olan bizleri neredeyse o ağaçları kendi haline bırakmış olduğumuz için özür dileyecek duruma getiriyordu. Bizden de 1 Numara’nın pantolon giymiş olduğunu fark ettim. Oysa gece gündüz şortla dolaşır, hiç pantolon giymezdi.
Aramızdan bir iki kişi cılız bir sesle itiraz edecek oldu, “Ama yeşillik, gölgelik…” falan diye bir şeyler mırıldandılar. Başkan bu fısıltılara kulak kesildi; elini kulağına götürerek “Efendim?” dedi, “iyi duyamadım, bir daha söyler misiniz?”
Bunun üzerine itirazda bulunanlar, utana sıkıla bunları daha yüksek sesle tekrarlamak zorunda kaldı. “Efendim, o ağaçların yukarıda birleşmiş olan dalları müthiş bir gölge sağlıyordu. Şimdi bunlar yok. Kabak gibi güneşin altında kaldık” dediler.
“Hımmm!” dedi Başkan. Düşünceli bir tavırla hepimizi süzdü. “Demek ki aramızda fikir ayrılığı var. Bazı konularda farklı düşünüyoruz. Bu doğaldır ve bunları öğrenmem iyi oldu. İnsanlar her şeyi konuşa konuşa halleder. O zaman bana izin verin bu konu üzerinde biraz düşüneyim değerli komşularım. Sanırım yakında size bir teklifte bulunacağım.”
Konuşma bitmişti. Bizler evlerimize dağılırken, bu önerinin ne olacağı üzerinde kafa yormaya başlamıştık bile. Artık adanın gündemini Başkan belirliyordu! Son günlerde aramıza karışmayan, yabani bir martı gibi kendini dağlara taşlara vuran, gününü kıyıda oturup denize taş atmakla geçiren Yazar ise o akşam evine gidip de başımıza gelenleri anlattığımda bana tek bir cümle söyledi:
“Oyun daha yeni başlıyor benim saf arkadaşım!” Yolun çıplak haline bir türlü alışamamıştık, her gelip geçtiğimizde –ki bu, günde en az üç kez oluyordu– kendimizi kafası yeni usturaya vurulmuş ve bu dazlaklığa alışamamış bir insan gibi hissediyorduk. Güneş olanca hışmıyla tepemizdeydi. Bu iş, martıların da kafasını en az bizimki kadar karıştırmış olmalı ki sürüler halinde yolun üzerinde toplanıyor, eskiden yolu görmelerini engelleyen birbirine girmiş ağaç dallarının gerçekten orada olup olmadığından emin olmak ister gibi pike yapıp duruyorlardı. Bir iki kez benim de başımın üstünden yıldırım gibi geçtiler.
Bu kuşlar çok süratlidir ve yakınına geldiği zaman insanı gerçekten korkutur. Uzaktan beyaz gövdeleri, havadaki enfes süzülüşleri ve hatta çığlıklarıyla tanınan martıları yakından gördüğünüzde korkarsınız. Çünkü insanla hiç yakınlaşmayan, vahşi görünüşlü yırtıcı hayvanlardır; ayrıca adada edindiğimiz deneyimlere göre çok da zekidirler. Hem içgüdüleri, hem de öğrenme yetenekleri çok yüksektir.
Bu konuda yapılmış bir deney okuduğumu hatırlıyorum: İki ayrı martı türünün yumurtalarını değiştirmişler. Her yıl göç eden gümüş martıların yumurtaları ile göç etmeyen kara sırtlı martıların yumurtalarından çıkan dokuz yüz martı yavrusu, yanlış anneler tarafından eğitilmiş. Sonra bu yavruların göç hareketleri izlenmiş.
Asıl ana babası göç etmeyen martı yavruları sahte ana babalarının peşine takılıp Fransa ve İspanya’ya göç etmişler. Aslında göçmen olan ama göçmeyen ana baba tarafından yetiştirilen martılar ise içgüdülerine uyup yine göç etmişler. Bu deney, martıların hem içgüdülerinin hem de öğrenme yeteneklerinin çok yüksek olduğunu kanıtlamış. Bizim martılar hiç göç etmeyen türden oldukları ve yanlış ana babalar tarafından yetiştirilmedikleri için sürekli olarak adada kalırlardı.
Bu ilginç bilgileri okuyor, martılar hakkında konuşuyorduk ama onlara yaklaşabilenimiz yoktu. Adayı paylaşmış bir şekilde, kendi köşelerimizde birbirimizi rahatsız etmeden yaşıyorduk. Martılarla en büyük ilişkimiz, balığa çıktığımız zaman onlara verdiğimiz, deyim yerindeyse, “rüşvet”ti. Balıkla dolu olan teknelerimiz dönüş yolundayken çevremizi saran martılara bir iki istavrit, mercan ya da izmarit atma âdeti geliştirmiştik. Onlar da bu işe o kadar alışmıştı ki balık atmadığımız zaman adeta tehdit eder gibi üzerimize pikeler yaparlardı. Bu durum, aramızda tuhaf bir oyuna dönüşmüştü. Bazen de geceleri terasta yürüdüklerini duyardık.
Ama ağaçlar budandığında, onlar da herhalde meraktan olsa gerek, bizleri ürkütecek kadar keskin dalışlar yapıyordu. Dediğim gibi biz bunlara alışık olduğumuz için fazla aldırmıyorduk, çünkü şimdiye kadar kimseye zarar verdikleri görülmemişti. Ama ne yazık ki bu durum martılara alışık olmayanlarda paniğe yol açabiliyordu. Ağaçların kesilmesinden sonra kabak Başkan’ın torununun başına patladı. Dedesinin günahını o kız ödedi.
Bakkaldan aldığı gofreti yiyerek eve dönerken martılar kızcağızın üstüne pike yapmışlar. O da birdenbire paniğe kapılmış, elleriyle başını korumaya çalışarak koşmaya başlamış.
Sonra o kargaşa içinde ayağı bir dala takılarak yere yuvarlanmış, sol kolunu fena halde incitmiş. Onu bulduklarında çığlık çığlığa bağırıyor, hâlâ martıların üstüne geldiğini sanıyormuş. Bu büyük korku yetmiyormuş gibi ertesi gün de incinen, fena burkulan kolunun rengi patlıcan moruna dönüşmüş. Doktor arkadaşımız kızın kolunu özenle sarıp boynuna assa da hemen iyileşmemiş.
Hepimiz bu talihsizliğe çok üzüldük, ada halkı adına Başkan’a bir geçmiş olsun ziyaretinde bulunmayı bile düşündük ama buna cesaret edemedik. İki gün sonra o bizi toplayana kadar, torununun başına gelen talihsizlikten dolayı iyi dileklerimizi ona iletme fırsatı bulamadık.
Bakkalın, ada tarihinde ilk kez görülen bir uygulamayla, hepimizin evine tek tek dağıttığı bildiri, ertesi gün akşamüstü 6’da çardak altında bulunmamızı rica ediyordu. Altında Başkan’ın imzası vardı.
Bu davet kâğıdı bende tuhaf bir geçmişe özlem duygusu yarattı. Başkentte yaşadığım yıllarda böyle bir sürü çağrı, davetiye, vergi bildirimi vs. alırdım ama bütün bunlar öyle eskide kalmıştı ki. Arada bir vapura binip memlekete giden ve birkaç ay kalanlarımız olurdu ama ben uzun süredir gitmemiştim. Otomobille dolu gürültülü caddeleri, barları, sinemaları, kalabalık lokantaları özlememiştim. Belki de özlemediğimi sanıyordum. Bakkalın getirdiği toplantı çağrısı bütün şehir kargaşasını olanca haşmetiyle geri getirdi. O gece rahat uyuyamadım.
Ertesi gün akşamüstü saat tam 6’da –Yazar dahil olmak üzere– çardak altında buluştuk. Başkan yine beyaz giysileri içinde, daha yeni tıraş olmuş gibi terütaze, pembe-beyaz, kılcal damarları görünen cildiyle karşımızdaydı işte. Masalar birleştirilmiş ve bir kare oluşturacak biçimde dizilmişti. Başkan bir kenarın tam ortasında oturuyordu. Pantolon giyen kişilerin sayısında artış olduğu dikkatimi çekti. Birkaç komşumuz daha 1 Numara’ya katılmıştı.
Çardak altına geldiğimiz zaman Başkan ve eşine geçmiş olsun dileklerimizi sunduk, çok üzülmüştük doğrusu, adamıza gelir gelmez böyle bir talihsizlikle karşılaştıkları için, hiçbir suçumuz olmasa bile özür dilemek istiyor, sevimli torunlarına acil şifalar diliyorduk. Aslında o büyümüş de küçülmüş, çokbilmiş kızı biraz sevimsiz buluyorduk ama böyle söylemek gerekiyordu. Bu dileklerimizi mağrur ama anlayışlı bir tavırla kabul ettiler.
Hepimiz yerimizi aldıktan sonra Başkan akıcı konuşmasıyla bize önemli şeyler söyledi. Önce medeniyetin ne olduğu, insan topluluklarının nasıl yaşaması gerektiği, nizam intizam gibi genel konulardaki düşüncelerini açıkladı, sonra, “Geçen gün ağaçların budanması konusunu görüşürken bazı arkadaşlarınız bu uygulamayı doğru bulmadıklarını belirttiler” dedi. Gözlerini hepimizin yüzünde gezdirerek sordu:
“Doğru mu?”
“Doğru!” Güzel” dedi. “Demek ki bu adada nasıl yaşanması, adanın nasıl idare edilmesi konusunda fikir ayrılıkları var. Doğru mu arkadaşlar?”
Yine yüzümüze bakıyordu. Hep bir ağızdan “Doğru!” dedik.
“Sağ olun!” dedi. Niye sağ olun dediğini anlayamadık.
“Her kafadan bir ses çıktığı, değişik fikirlerin düzene sokulamadığı sisteme ne ad verilir arkadaşlar?”
Bu soruya öncekiler kadar rahat cevap veremedik. Birikimiz “muhalefet” falan diye saçmaladı. Biri “çok partili rejim” dedi, hatta iyice şaşıran biri “terör” diye bir şey kaçırdı ağzından. Hepimiz kendimizi sorguya çekiliyormuş gibi hissediyor, bir şeyler söylemek zorunda kalıyorduk. Çünkü Başkan’ın gözleri üzerimize dikilmişti ve cevap vermemek suçlu duruma düşmek gibi bir şeydi.
“Hayır değerli komşularım” dedi. “Ben söyleyeyim, anarşi, anarşi! Her kafadan bir sesin çıktığı sistemin adı anarşidir! Doğru mu?”
Bu kez hep bir ağızdan, “Doğru!” diye bağırdık. Hep bir ağızdan dediysem sözün gelişi, yoksa masanın Başkan’a en uzak köşesinde oturan ve arada bir gözümün iliştiği Yazar sürekli olarak önüne bakıyor, masada bulduğu bir böceği inceler gibi gözünü bir noktadan ayırmıyordu.
Bu arada bakkal, birkaç kişinin isteğine uyarak çay ve su taşıyan bir tepsiyle masalara yaklaştı. Başkan sert bir sesle, “Hayır!” diye onu durdurdu. “Bu işi sonra yapın! Şimdi çalışıyoruz, ciddi bir toplantı içindeyiz, insan yarım saat çay kahve içmese ölmez, değil mi arkadaşlar. Doğru mu?”
“Doğru!”
“Bakın” dedi, “sözü fazla uzatmayalım. Hiçbir insan topluluğunun istemediği gibi bu ada sakinleri de anarşi içinde yaşamak istemez, değil mi?”
“İstemez!”
“Güzel! Bu durum beni düşünceye sevk etti. Mademki adamızda temel konularda düşünce ayrılıkları var, o zaman bunları gidermenin yolu adayı bir yönetime kavuşturmaktır diye düşündüm. Değerli komşumdan öğrendiğime göre –bu arada başıyla 1 Numara’yı işaret ediyordu– bu adada şimdiye kadar bir yönetim kurulu olmamış. Her şey başıboş bir biçimde sürüp gitmiş. Doğru mu?”
“Doğru!”
Bu “Doğru”lar artık içimize fenalık getirmeye başlamıştı.
Başkan, “Bu adaya bir yönetim kurulu gerekli arkadaşlar” diye devam etti. “Gerektiğinde adayla ilgili kararlar alacak, yaşamın daha huzurlu ve kimseyi rahatsız etmeyecek biçimde sürüp gitmesini sağlayacak, fikir ayrılıklarının önüne geçecek bir yönetim kurulu. Böyle bir kurulu oluşturmanın da yöntemleri var. Bu yöntem elbette demokratik olacak, demokrasi en yüce değerdir, öyle mi arkadaşlar?”
“Öyle!”
Bu arada gözüm Yazar’ın oturduğu yere takıldı. Kimse fark etmeden usulca çekip gitmişti. Ne ilginç adam diye düşündüm, Başkan’ın sözlerine karşı çıkacağı yerde çekip gitti diye biraz kınadım da onu.
“Bu topluluk genel kurul anlamına geliyor. Genel kurulun kendi içinden, yetkili kılacağı bir yönetim kurulu çıkarması gerekiyor. Bence bu kurul beş kişiden oluşmalı.”
“Oluşmalı.”
“Bu iş için gönüllü arkadaşlar var mı aramızda? İsimlerini yazdırsınlar, biz de oylayalım.”
Başkan’ın sürekli çevremizde dolaşan adamları ellerinde kâğıt kalemle isim yazmaya hazırlandılar ama kimseden ses çıkmadı. Başkan aramızda gönüllüler olup olmadığını bir kez daha sordu. Yine ses çıkaran olmadı. Sonra 1 Numara elini kaldırıp söz istedi.
“Buyurun!” dedi Başkan, “bir şey mi söylemek istiyorsunuz?”
“Evet Başkan’ım, bence bu komitenin başkanı siz olmalısınız.”
Bir iki kişi alkışladı ama Başkan elini kaldırarak onları, “Durun!” diye susturdu. “Daha yönetim kurulu oluşmadı. Her şey usulüne uygun yapılmalı.” Sonra kimseden ses çıkmadığını görünce, “Ama” dedi, “ben bunca senenin verdiği yöneticilik tecrübeme ve devlet hizmetinde geçirdiğim uzun yıllara dayanarak, bu hizmet aşkı ve tecrübeyi, adalı komşularımın hizmetine vermeye hazır olduğumu bildirmekten şeref duyarım. Vazife vazifedir, büyüğü küçüğü olmaz. Her şey adamız için!”
Bu son sözleri o kadar yüksek sesle söyledi ki hepimiz alkışlamaya başladık. Başkan son bir kez, aramızda görev alacak gönüllüler olup olmadığını sordu. Hiçbirimizden cevap çıkmadı. Çünkü yıllardır böyle bürokratik sıkıntılardan uzaktık, yeni duruma uyum göstermemiz kolay olmuyordu.
Bizden ses çıkmadığını gören Başkan, “Benim bir teklifim var” dedi. “1 Numara arkadaşımızı, ada sahibi sıfatıyla komiteye sürekli doğal üye olarak öneriyorum.”
“Oooo!” diye gürledi genel kurul.
Öneriyi alkışlarla kabul ettik. 1 Numara, yerinden doğrularak, “Arkadaşlar,” dedi, “bana gösterdiğiniz bu güvene çok teşekkür ederim. Cennet adamıza layık olmak için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Her şey adamız için!”
Gözlerinin nemlendiğini gördük, sesinin titrediğini duyduk. Bu durum bizi de duygulandırdı. Neredeyse hepimiz birden, “Canımız bu adaya feda olsun!” diye bağıracaktık, o kadar heyecanlanmıştık.
Başkan 1 Numara’ya döndü ve “Tebrik ederim!” dedi. Sonra, “Nazik alkışlarınızdan anladığım kadarıyla şu anda beş kişilik komitenin iki üyesi belirlenmiş bulunuyor” diye ekledi. “Şimdi kalan üç kişiyi seçeceğiz ama ben demokratik ve modern bir toplumda kadınların da erkeklerin hemen yanı başında yer alması gerektiğini düşünen biriyim. Saygıdeğer kadınlarımız, analarımız, eşlerimiz, kız kardeşlerimiz toplum hayatına karışmalı, yüksek sorumluluklar üstlenmeli. Bu nedenle komitemize bir kadın üye seçmeyi hararetle tavsiye ediyorum.”
1 Numara tekrar söz aldı ve “Sayın Başkan’ım,” dedi, “bu yüksek düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Ben saygıdeğer eşiniz hanımefendiyi üçüncü üye olarak teklif ediyorum. Ne de olsa adamızdaki hanımların en deneyimlisi ve bu işlere vâkıf birisi.”
Alkışladık. Başkan’ın etine dolgun, gözleri yarı kapalı gibi duran hanımı sakin bir baş selamıyla teşekkür etti, konuşma yapmadı.
Başkan ona da, “Tebrik ederim hanımefendi!” dedi. Sonra ekledi: “Başka gönüllü çıkmadığına göre kalan iki kişiyi kurayla belirleyeceğiz.” Eliyle bir işaret yaptı ve disiplinli adamlarından birisi elinde siyah bir torbayla koşup geldi.
Bu arada Yazar’ın sözleriyle kuşkuya kapılmış olan aklıma şeytanca bir düşünce takıldı: Zaten beş kişilik komitenin üçü belirlendi diye düşündüm. Bu işi 1 Numara’yla birlikte tezgâhlamış olduklarından kuşkulandım. Yine de hepimiz bu işi eğlenceli bir tiyatro oyunu gibi izliyor, fazla ciddiye almıyorduk. Bizimki gibi küçücük bir adanın yönetim kurulundan ne çıkabilirdi ki. Belki de Başkan, kaybettiği devlet idaresinin yerine, boş kalmamak için bir oyun uyduruyordu. Olup bitenin hepsi bir tiyatroydu, daha fazla bir şey değil. Bu yüzden biraz fazlaca tezahürat yaparak, şakayla karışık bir biçimde oynanan vodvile katılıyor, “Bravo!” falan diyerek herkesi yüreklendiriyorduk.
Başkan, “Bu torbanın içinde 1’den 40’a kadar bütün numaralar var!” dedi. “1 ve 24 hariç kim çıkarsa, o evden biri yönetim kurulunda yer alma görevini üstlenecek.”
Sonra adamın elini torbanın içine daldırdığını ve bir kâğıt çekip çıkardığını gördük. Kâğıdı Başkan’a verdi, o da açtı ve okudu, “37 Numara!”
Alkışladık.
Sonra adam bir kâğıt daha verdi Başkan’a.
“7!”
Başkan çevresine bakındı ve 7 Numara’nın kim olduğunu anlamaya çalıştı. Ama kimseden ses çıkmıyor, herkes birbirine bakıyordu. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Heyecandan sesim çıkmıyordu.
Başkan hafif sinirli bir ses tonuyla, “Kimdir efendim?” dedi. “7 Numara lütfen ayağa kalksın.”
Yine kimseden ses çıkmadı, ben elimi kaldırdım. “Buyurun!” dedi Başkan.
“Efendim,” dedim, “arkadaşımız biraz rahatsızlandığı için toplantıdan ayrılmak zorunda kaldı. İzin verirseniz ben ona durumu iletirim.”
Yine alkışladılar. Böylece benim sevgili yazar dostum Başkan’ın komitesine girmiş oldu.
O anda içimi bir sıkıntı bastığını itiraf etmeliyim. Toplantı bittikten sonra, denize bir alev topu gibi gömülmekte olan güneşe gözlerimi dikip uzun bir süre düşündüm. Belki de bu, senin kaderine dair duyduğum uğursuz bir önsezinin eseriydi. Başına gelecekleri az çok kestirebildiğim ilk andı. Tekrar insanlar mı olaylara göre değişir, yoksa olaylar mı insana göre oluşur diye sordum kendi kendime. Beladan uzak durmak istemene, onca özen göstermene, artık adada ortalığa bile çıkmadan dağ bayır dolaşıp durmana rağmen Başkan’la aynı komitede birlikte olmak zorunda kalmıştın. Ne biçim talihti bu böyle! Başkan’ın hayatımızdaki varlığını her geçen gün biraz daha hissetmemize karşın, biz olayları görmemeyi, her zamanki saf tavrımızla gelişmeleri iyiye yormayı sürdürüyorduk. Belki de söyledikleri doğruydu, o adada kentlerden, uygarlıktan uzakta yaşayarak yabani insanlar haline gelmiştik. Şimdi geriye doğru baktığım zaman, bu tavrımızın aşırı bir tembellikten, uyuşukluktan kaynaklandığını açıkça görebiliyorum. Hiçbir şeyi protesto etmiyorduk, karşı çıkmıyorduk. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” diyor ama yılanın bize de dokunacağını hesap edemiyorduk.
Bu kayıtsız tavrımızı, evlere servis yapan zavallı çocuğun başına gelenlerden sonra da sürdürdük. Oysa hepimiz bu okul yüzü görmemiş, durgun zekâlı, dilsiz, çalışmadığı zamanlarda ufka bakıp hayallere dalıp giden bu genç çocuğu seviyorduk. Elimizde büyümüştü, evimizin bir parçası gibiydi. Bakkalın vapurla getirtip, motorla kıyıya taşıdığı ve depoladığı süt, ekmek, peynir vs. gibi gerekli şeyleri evlere dağıtırdı. Sabahları uyandığımızda, bir gün önceden sipariş ettiğimiz her şeyi evin kapısında bulurduk.
Bu iş, bir gün anayolda çocuğun ağlayarak ve eliyle gözünü tutarak yürüdüğünü görene kadar sürüp gitti. Gözü yumruk yemiş gibi kızarmıştı, ertesi gün de moraracak ve kapanacaktı. Konuşamadığı için ne olduğunu anlatmasına imkân yoktu. Her zaman yaptığı gibi bir köşeye çekilip yalnız kalmayı tercih etti. Bu işin Başkan’la ya da adamlarıyla bir ilişkisi olduğunu sezebilecek kadar zekiydik ama kimimiz kondurmuyor, kimimiz de düşünmeye bile korkuyorduk.
Olay bir sonraki bildiriye kadar sır olarak kaldı. Evlerimize –hem de çocuğun babası olan bakkal tarafından– dağıtılan bildiri çok açıktı. Bakkalın oğlunun, dünyada bilinen bütün güvenlik ve özel hayatın mahremiyeti ilkelerine aykırı olarak geçen sabahın erken saatlerinde Başkan’ın terasına kadar sokulma cüretini göstermiş olduğu ve bu nedenle cezalandırıldığı anlatılıyordu.
Bu işe başkanlık komitesi tarafından yeni kurallar getirilmişti:
1. Hiç kimse evlere habersiz olarak, güvenlik ve bahçe sınırı sayılan 6 metreden daha fazla sokulmayacaktır.
2. Gerekli malzemeyi dağıtmakla görevli servis elemanları bu işi her sabah 9 ile 11 arasında ve belirtilen sınırı aşmamak koşuluyla yerine getireceklerdir.
3. Ada komitesi tarafından konulan bu kuralları ihlal eden herkes, ev sahipleri tarafından ağır bir biçimde cezalandırılabilecektir.
Daha sonra babası bize üzüntü içinde ve gözleri dolarak olaya tanık olan adalı birinin aktardığına dayanarak şunları anlattı: Çocuk, o sabah Başkan’ın evine, bir gün önceden sipariş edilen süt ve gofretleri götürmüş. Herhalde adadaki yeni hiyerarşiyi sezdiği için, dağıtıma ilk olarak Başkan’ın evinden başlamış. Erken bir saatte gitmiş oraya ama tam sütü teras kapısına bırakırken birdenbire bahçeden fırlayan bir kişi gözünün üstüne yumruğu patlattığı gibi onu yere yıkmış ve evdekileri uyandırmamaya gayret ederek, öfkeli bir fısıltıyla kim olduğunu, orada ne aradığını sormuş. Sonra da serbest bırakmış.
Bütün bunlar, Başkan’ın müthiş bir korku içinde yaşadığını, bizim gözlerden uzak huzurlu adamızda bile evinin bahçesinde bir nöbetçi bulundurduğunu gösteriyordu. Biz bu işe şaşıp kalıyorduk. İskeleye bağlı motor hâlâ buradaydı, adamların daha ne kadar kalacaklarını da bilmiyorduk.
Artık başkanlık komitesi üyesi olan Yazar’a bu bildiriden haberi olup olmadığını sorduğumda elini sinek kovar gibi sallayarak, “Yok yahu!” dedi. “Yüzünü şeytan görsün. Ben toplantıya falan gitmedim henüz. Gidersem de ne yaparım bilemiyorum.”
Kimse birbirine itiraf etmese de adadaki gerginlik her geçen gün biraz daha elle tutulur bir hal alıyor ve özellikle tepesi tıraş edilince, ırzına geçilen bir bakire gibi güneşin altına sere serpe uzanıveren yol, hepimizde müthiş bir huzursuzluk duygusu uyandırıyordu.
Bir gece vakti bu tedirginlik doruğa çıktı. Silah sesleriyle uyanmış ve neye uğradığımızı şaşırarak don paça evlerimizden fırlamıştık. Ada tarihinde hiç rastlanmadık bir panik yaşıyorduk. Geceleri sakin olan martılar bile çığlık çığlığa uçuyordu.
Bazıları üç el silah sesinin Başkan’ın evinden geldiğini söylediği için merak ve endişe içinde o tarafa doğru koştuk. Hiç ihtimal vermiyorduk ama acaba Başkan terörist korkusunda haklı mıydı, adamıza bir baskın mı yapılmıştı?
Başkan’ın bahçesine ulaştığımda, evleri daha yakın olanların kadınlı erkekli bahçede toplanmış olduğunu gördüm. Başkan, “Terasta bir terörist yürüyordu” diye açıklıyordu durumu. Onu sağ salim görmek içimizi bir parça ferahlattı ama kafamızdaki soru işaretlerini gidermeye de yetmedi. Bu uzak adaya terörist nasıl gelir, nerede saklanabilirdi. Başkan’ın adamları ellerinde –artık saklamaya gerek görmedikleri– silahlarıyla hepimizi düşman gibi süzüyordu. Bu bakışlar altında ister istemez kızarıp bozarıyor, kendimizi suçlu gibi hissediyorduk. Saçı başı dağılmış yarı çıplak komşularım dehşet içinde olup biteni kavramaya çalışıyordu. Yazar bile oradaydı.
Başkan, büyük tehlike atlatmış ama halkını yatıştırmak isteyen bir kahraman edasıyla, “Üzülmeyin dostlarım” dedi. “Bu ciddi bir durum ama gördüğünüz gibi çok şükür terörist ya da teröristler bize bir zarar veremedi. Daha önce birçok kez beni ortadan kaldırmayı denediler ama ulu Tanrı’nın yardımıyla her seferinde başarısızlığa uğradılar. Ben artık bu duruma alıştım, memlekete hizmet etmiş olmanın bir bedeli gibi görüyorum ama itiraf etmeliyim ki ailem ve özellikle de sevgili torunlarım üzerinde çok kötü etkiler bırakıyor bu olaylar. Şimdi üzülerek de olsa bildirmek zorundayım ki adadaki her yer, her ağaç dibi, her kovuk, her mağara ve –maalesef– her ev tek tek aranacak. Güvenlik elemanlarımız bu hainleri saklandıkları yerden bulup çıkarmak ve sorgulamak, çatışmaya girerlerse imha etmekle görevlendirildi. Masum komşularıma vereceğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilerim ama eğer içlerinde bu olaylara karışmış olanlar varsa onlar da herkesin göreceği gibi bunun bedelini en ağır biçimde ödeyeceklerdir.”
Şaşırmış, paniğe kapılmış ve sersemlemiş durumdaki bizler konuşmayı dinliyor, olup bitene hâlâ inanamıyorduk. Bu durumda evlerimizin aranacağı da bir gerçekti. Şaşkınlıkla birbirimizin yüzüne bakıyor, ne diyeceğimizi, nasıl bir tavır takınacağımızı kestiremiyorduk. Başkan’ın torunları anneannelerine sarılmış durumda, hepimizi kuşkuyla süzüyordu.
Bu sırada bir ses duyuldu: “Bu olayın nasıl olduğunu biraz anlatabilir misiniz efendim? Size ateş mi edildi? Birini ya da birilerini mi gördünüz?”
Hepimizin gözü Yazar’a çevrildi. Başkan’la ilk kez konuşuyordu, belki de adada ona soru soran ilk ve tek kişiydi.
“Anlatayım!” dedi Başkan. “Vakit gece yarısını biraz geçiyordu! Yeni yatmıştım. Tam uykuya dalmak üzereydim ki terasta epey iriyarı olduğunu tahmin ettiğim birinin yürümekte olduğunu duydum. Bu saatte terasıma gelen kişinin iyi niyetli olmadığı belliydi. Demek nöbetçiyi de atlattılar diye düşündüm ve silahımı alarak terasa doğru seslendim, kim olduğunu sordum. Ama adam bana hiç cevap vermeden terasta dolaşmayı sürdürdü. ‘Kimsin, burada ne arıyorsun?’ diye birkaç kez daha sordum, cevap vermedi. ‘Son kez soruyorum, sonra ateş edeceğim’ diye uyardığım halde sözlerime hiç aldırış etmeden pat pat gürültü çıkararak yürümeyi sürdürdü. Sütunun arkasına siper alarak sadece kolumu dışarı çıkardım ve rasgele üç el ateş ettim. Bunun üzerine ses kesildi. Tahmin ediyorum ki o sırada kaçıp gitti. Zaten terası araştıran güvenlik görevlimiz de orada hiç kimseyi bulamadı. Bu yüzden adayı araştırıp bu teröristi bulmamız gerekiyor.”
Yazar, “Efendim,” dedi, “size geçmiş olsun ama durumu anlayabilmemiz için bir iki soru daha sormama izin verir misiniz?”
Başkan, kendi sağlığıyla bu kadar ilgilenen bir komşunun bulunmasından hoşnut kalmış olmalı ki, “Sizi galiba daha önce görmedim beyefendi!” dedi.
“Evet efendim” dedi Yazar. “Fotoğraf çekiminde ve çardak altındaki toplantının ilk bölümünde vardım ama galiba gözünüze çarpmak şerefine nail olamadım. Bazı çalışmalarım dolayısıyla toplantıdan ayrıldığım sırada da başkanlık komitesine seçildiğimi öğrendim.”
“Haaa,” dedi Başkan, “şimdi oldu. Demek ki sizinle bundan sonra sık sık görüşeceğiz.”
Yazar’ın sözlerinin altındaki gizli alayı anlamadığını ve adada sıkı bir müttefik daha bulmuş olmanın onu memnun ettiğini düşündüm.
Yazar, “Efendim,” dedi, “denizi aşıp da bu adaya bir motor yaklaşacak olsa hemen görülür, ayrıca sesi de duyulur. Adaya gizlice girmek olanaksızdır. Bu yüzden başka olasılıklar üzerinde de durulmalı diyorum ben.”
“Ne gibi olasılıklar?”
“Mesela terasta yürüyen, bir terörist olmayabilir.”
“Kötü niyet taşımayan kim o saatte evin terasında yürür sizce?”
“Bilemiyorum ama anlattıklarınıza göre bu terörist epey gürültü meraklısı. Sizi uyandıracak kadar gürültülü bir biçimde yürüyor ve uyarılarınıza rağmen de bu tavrını sürdürüyor. Bir köşeye sinmiyor, ateş edeceğinizi söylüyorsunuz, o yine pat pat yürüyor. Bu sizce normal mi?”
Başkan’ın, önce dost sandığı bu ukala adamın soruları karşısında hafifçe sinirlenmeye başladığı seziliyordu. “Peki bay detektif,” dedi, “bu teorileriniz güzel ama durumu değiştirmiyor. Sorumu tekrarlıyorum: Hangi insan kötü niyet taşımadan terasımda gece yarısı yürür ve sorularıma cevap vermez? Hem sonra kimliğini niçin açıklamadı sizce?”
“Sayın Başkan, belki de konuşma bilmiyordu.”
Önce afallayan Başkan ilk şaşkınlığını üzerinden atar atmaz bizlere, “Arkadaşlar,” dedi, “adamızda konuşamayan biri mi var?”
Daha önce defalarca terasında martı dolaşmış olan bizler, konuşmanın nereye gittiğini yavaş yavaş anlamaya başladık ama Başkan’ın sorularına otomatikleşmiş bir şekilde cevap vermeye, sözlerimize yorum katmamaya alışıyorduk. “Hayır, yok!” dedik. Bakkalın oğlu konuşamıyordu ama onun böyle bir şey yapması mümkün değildi.
Başkan, “Gördünüz mü?” dedi. “Şimdi saçma sapan sorularla daha fazla uğraşmayı bırakalım da güvenlik görevlileri gerekli incelemelere başlasınlar.”
Konuşma bitti sanıyorduk ama hiç beklemediğimiz bir anda Yazar’ın sesi tekrar duyuldu:
“Çok özür dilerim efendim, belki terasınızdaki sesler hiç de tehdit anlamı taşımıyordu.”
Biraz önce büyük bir korkuya kapılmış olan Başkan iyice sinirlendi ve “Beyefendi, beyefendi!” dedi. “Sizin amacınız ne? Böyle bir ciddi güvenlik soruşturmasını hangi çıkmaz sokağa saptırmak niyetindesiniz? Bana cevap verin. Hangi insan kötü niyet taşımadan gecenin bir vakti bu terasta dolaşır? Hangi insan ateş edeceğim uyarılarına cevap vermez?” Durdu, bize baktı ve sinirli sinirli güldü: “Baksanıza adada konuşma bilmeyen kimse de yokmuş.”
“Terasınızda dolaşan belki de bir insan değildi!” dedi Yazar. “Bu yüzden sorularınıza cevap veremiyordu.”
Gecenin karanlığında bile tüm komşularımın yüzüne bir gülümseme yayıldığını görebiliyordum. Başkan, “Sen ne diyorsun be adam!” diye kükredi. “İnsan değilse neydi o zaman, adanızda büyük ayılar yaşıyor da ben mi bilmiyorum yoksa? Belki de dinozordur ha?”
“Hayır efendim” dedi Yazar sakin bir sesle, “bir martıdır!”
“Ne martısı?”
“Bildiğiniz martı efendim. Bu adada yaşayan herkes martıların geceleri teraslarda yürüdüğünü ve çıkardığı seslerin iriyarı bir adamın yürüyüşünü andırdığını çok iyi bilir. İlk başta bilmeyenler için çok şaşırtıcıdır doğrusu. İnsan o sesin bu küçük yaratıktan nasıl çıktığını anlayamaz ama belki de ayak yapıları gereği, gecenin sessizliğinde iriyarı bir adam gibi yürürler. Değil mi?”
Bizlere bakıyordu. “Evet!” dedik. “Gerçekten öyledir.”Yazar, “İzin verirseniz terasta bir deneme yapalım sayın Başkan” dedi. “Şu anda üstünde durduğunuz girişte de olabilir.”
Sonra Başkan’ın şaşkın bakışları arasında terasta pat pat diye sesler çıkararak yürümeye başladı.
“Sesler buna benziyor muydu sayın Başkan?”
Başkan, ordusunun bozulmaya başladığını gören bir komutanın ruh haline girmiş olmalıydı ama yine de adalıların gözünde martıdan korkan adam durumuna düşmemek için son bir gayretle, “Çok saçma!” diye söylendi. “Martı ile insanı birbirinden ayıramayacak adam mıyım ben?”
Ama artık sesi çok zayıf çıkıyordu, kendisine duyduğu güven sarsılmıştı.
Hepimizin Yazar’a hak verdiğini ve başımızı sallayarak onu onayladığımızı görüyordu. Adada en güvendiği müttefiki olan 1 Numara bile, “Evet efendim. Martılar aynen böyle ses çıkarır!” deyince pes etme noktasına hızla yaklaştı ama Yazar daha son darbesini indirmemişti.
Onun şahin bakışlı güvenlik görevlisine dönüp, “Sayın Başkan ateş ettikten sonra havalanan bir martı gördünüz mü?” diye sorması ve afallayan adamın, “Evet!” cevabını vermesiyle, bahçede toplanmış olan bizler terör tehdidinden kurtulmanın rahatlığıyla bir kahkaha patlattık.
Bu durumda Başkan’ın yapacağı hiçbir şey kalmamıştı artık, ister istemez durumu kabullendi, yüzünde zoraki bir gülümseme belirdi. Biraz önce ülkesine yaptığı hizmetlerden dolayı canına kastedilen bir kahraman rolüne bürünen kudretli Başkan, martıdan korkan ve durup dururken ateş açan bir adam durumuna düşmüştü.
Bir görevli, “Evleri arayacak mıyız efendim?” diye sorma gafletinde bulundu. Kapıya doğru yürümeye başlayan Başkan, hınç dolu bir sesle bağırmayı ihmal etmedi: “Defol git yerine!”
Bu geceden itibaren adada iki büyük düşmanı vardı Başkan’ın: Daha önce sevgili torununu korkutup kolunu incitmesine yol açtıkları yetmiyormuş gibi şimdi de onu gülünç duruma düşürüp yeni komşularının önünde rezil eden martılar ve sorularıyla durumu açıklığa kavuşturan o küstah adam, yani Yazar!
Savaşın başlamasına az kalmıştı.O gece adada kimsenin uyuyabildiğini sanmıyorum. Onca heyecanlı olaydan sonra evlerde ışıkların sabaha kadar yanması da bundandı, şaşırmadık. Biz de Lara’yla eve döndüğümüz zaman, manolya ağacının altındaki iki kişilik salıncak koltuğumuza oturup birbirimize sarıldık, uzun bir süre öyle, kıpırdamadan durduk, içimizdeki tuhaf tedirginlik ve kötü şeyler olacağına dair önsezi, neredeyse elle tutulur bir hal aldığı için, nefes almaya bile korkarak birbirimizin sıcaklığından medet umuyorduk. Hafif gece rüzgârının havalandırdığı ince kumral saçlarından her zaman olduğu gibi mis gibi sabun kokusu geliyordu.
Onu, yıllar önce başkentte bir kafeteryada garson olarak çalışırken keşfetmiştim. Öylesine kırılgan, öylesine yaralı ve yuvadan atılmış bir yavru kuş gibi duruyordu ki, yüreğimdeki olanca şefkat ona doğru akmaya başlamıştı.
Durmadan tezgâhın arkasındaki mutfağa girip çıkan, elindeki tabakları mutsuz ama kibar bir gülümsemeyle masalara bırakan, bahşiş veren müşterilere küçük kız çocukları gibi hafifçe reverans yaparak teşekkür eden bu garson kızda, beni kendisine meftun eden bir zarafet ve yumuşaklık seziyordum.
O güne kadar içimde bu kadar sevecenlik olduğunu bilmezdim. Bu duygularım gözlerimden o kadar belli olmuştu ki, kafeteryanın hangi köşesine gitse dönüp beni süzmeye başlamıştı. Kendisine bakıp bakmadığımı öğrenmek ister gibi beni kolluyordu. Ertesi gün o kafeteryaya bir kez daha gittim, öteki gün bir daha, sonra bir daha, bir daha.
Artık birbirimize “Merhaba!” diyor, gülümsüyor, bir iki cümle ediyorduk. Günden güne kendisine biraz daha özen gösterdiği, kumral saçlarını daha dikkatli taradığı, daha göz alıcı elbiseler giydiği sanısına kapılıyor ve bundan kendime gurur payı çıkarıyordum. O sırada karımdan yeni ayrılmıştım, boşluktaydım. Çocuğu olmayan, boşanmış, işi iyi gitmeyen, çalıştığı bankada sevilmediğini düşünen, aldığı küçük maaşla kıtı kıtına geçinen, ülkedeki politik çatışmalardan uzak kalmaya çalışan ama hayattan zevk de almayan silik ve korkak bir adam olarak yaşayıp gidiyordum.
Bu renksiz, sıradan ve çekingen hayatımın en büyük eylemi, izinli olduğu bir akşam o garson kıza yemeğe çıkmayı önermem oldu. Hiç nazlanmadan kabul etmiş olması da bu işin beklenmedik ödülüydü. Belki de çekingen yapım yüzünden bu kadar uzun süre beklemiş olmam, onda böyle bir önerinin hiç gelmeyeceği gibi bir korku yaratmıştı. Bu yüzden hemen “Evet” demiş olabilirdi.
Buluştuğumuz ilk akşam, kendisine çok yakışan turuncu bir giysi vardı üzerinde. Yanakları al aldı. “Çok geç kalamam” deyişindeki tedirginlikten bir şeyler sezinlemiştim ama daha o ilk akşam onun hakkında öğrendiklerim, çok mutsuz bir evliliğin pençesinde kıvrandığını anlamama yetti. Korku içindeydi. Daha sonra bir gün kafeteryada onu gördüğümde, yanağını saçıyla kapatmaya çalışmasından anlayacağım gibi kocasından dayak yiyordu. İlişkimiz sürüp gitti, birbirimize açıldık.
Kocası karışık işler yapan, arada bir hapse girip çıkan kaba biriymiş. Eve sarhoş geldiği akşamların çoğunda onu dövüyormuş. Bunları bana gözyaşları içinde anlattığı gece, bekâr evimdeki divanın üstünde birbirimize sarıldık. İçimde müthiş bir sızıyla onu öptüm ve sanki birbirimizin yaralarını iyileştirmek istiyormuş gibi ağır, şefkatli, kanayan yerlerimize merhem süren derin bir sevişmeye sürüklendik.
O geceden sonra kızı bu hayattan ve o adamdan kurtarmaktan başka bir şey düşünmez oldum. Bir kez daha dayak yemesi fikrine katlanamıyordum. Yakınmayan, kaderine razı olmuş kibar hali giderek daha çok içimi paralıyordu.
Bu konuları çok tartıştık. Boşanmasını söyledim ama o, kocasının böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceği ve kemiklerini kıracağı cevabını verdi. Kaçmaktan başka hiçbir çare yoktu. Ama nereye? O günlerde kafamı patlatarak bin bir plan kurdum. Çalıştığım bankayı soymayı, oradan alacağım parayla bir kiralık katil tutup kocasını öldürtmeyi bile düşündüm. Ama bu planları yapıp hayaller kurduğum sırada bile bunların hiçbirini yapamayacağımı biliyordum. Hayaller sadece avunmak, çaresizlik duygumu kısa bir süreliğine dindirmek içindi.
Sonra birden, ihtiyar amcamın ölmeden önce sözünü ettiği ada ve orada babamın almış olduğu ev aklıma geldi. Ailemdeki hiç kimse, bir değer oluşturduğunu sanmadığı için bu evle ilgilenmemiş, bir masal gibi anlatılan evin bir işe yarayacağını düşünmemişti. Öyle ya, kimsenin gidip gelemediği, uygarlıkla ilgisi olmayan adadaki köhne bir ev ne işe yarayabilirdi ki.
İşte bu unutulmuş ev bizim kurtarıcımız oldu. Lara’yla birlikte bu dünyadan izimizi sildik, ortadan yok olduk ve adamızda yeniden doğduk. Oraya ayak bastığımız günlerde, eski hayatımızı bir daha hiç geri dönmemecesine geride bıraktığımızı kanıtlamak istedim ve sevgilime artık “Lara” demeye karar verdim. Adanın en güzel koyunun adıydı bu. Berrak, saydam, temiz, turkuvaz rengi suların dipteki kumları bir masal dünyası gibi aydınlattığı küçük bir koydu. Aynen benim sevgilim gibi. Eski adını bir daha hiç kullanmayacaktık. Yeni adı bir çeşit uğur, taze bir başlangıçtı.
Ada, yakamozları, serin ay ışığı ve yasemin kokularıyla bizi iyileştirdi, yeni bir hayata kavuşturdu, geçmişimizi unutturdu.
Ama o gece bahçede, salıncaklı koltuğun üzerinde, ikimiz de adaya geldiğimizden beri ilk kez kapıldığımız bir tedirginlik içindeydik.
Lara, “Demek ki o kötü dünya bizden o kadar da uzak değilmiş!” diye fısıldıyordu. Onu uzun uzun öperek sakinleştirmek istedim, kötü anıların geri gelmesini önlemek için de, birbirini tedavi eden gövdelerimizin küçük tapınağı olan yatağımıza götürdüm.
Yazar’ı tedavi edebilecek ya da onun şefkatini sunabileceği bir kişi yoktu. Ertesi sabah aradığımda onu bulamadım. Başkan’ın sabah erkenden ada komitesini acil olarak toplantıya çağırdığı söyleniyordu. Gerçekten de komiteye seçilmiş olan kişiler ortalıkta yoktu. Ada halkı huzursuz bir biçimde bekliyor,arada bir toplantının yapıldığı Başkan’ın evine doğru tedirgin bakışlar fırlatıyordu. Bu acil toplantıdan ne biçim yeni kararlar çıkacaktı kim bilir. Artık kimsenin içi eskisi gibi rahat değildi. Kıyılarda, gecenin karanlığına sığınmış bahçelerde, akşamüstü gezintilerinde fısıl fısıl bu konular tartışılıyordu.
Yemyeşil ağaçları ve gölgeli yolları ellerinden alınan, yakıcı güneşin altında terleyerek yürümek zorunda bırakılan adalıların büyük bölümü, Başkan’a doğrudan doğruya karşı çıkamasa bile gelişmelerden tedirginlik duyduğunu saklamıyordu. Artık iyiden iyiye Başkan’ın adamı olan 1 Numara’nın bazı arkadaşları ise adamıza düzen ve disiplin gelmesinin iyi bir şey olduğunu savunuyordu. Bu iki kesimin dışında kalan bir iki kişi de adaya biraz heyecan gelmiş olmasından hoşnut kaldıklarını saklamıyordu. Ne de olsa herkese eğlence çıkmıştı.
Ben o gün adanın martıları kadar tedirgindim diyebilirim. Çünkü onlar da kendilerine ayrılan kıyılarında, kayalıkların orada gergin bir bekleyiş içindeydi. Her yumurtanın başında ana baba bekliyor ve dikkatli gözlerini ufuktan bir saniye ayırmadan kale nöbetçilerine benzer bir görünüm oluşturuyordu. Bizden hiçbir dostluk ve yakınlık talepleri olmadığı için onları kendi dünyalarında rahat bırakmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktu.
Öğleden sonra toplantı sona erdi ve hepimiz, akşamüstü çardak altında yapılacak genel kurul toplantısına çağrıldık. Ben hemen Yazar’a koştum. Onu öfke içinde bulacağım tahminimde yanılmamıştım. Evde sepetleri, sehpaları tekmeliyor, küfredip duruyordu. Birer bira açıp üzüm salkımlarının altına oturduğumuzda bile Başkan’a sövüp saymayı bırakmamıştı: “Kafayı yemiş bu adam!” diyordu. “Kesinlikle kafayı yemiş. Çatlağın teki! Eğer herkes bu manyağa uyarsa sonumuz geldi demektir. O geldiğinden beri yaşam alanımız gittikçe daralıyor. Göreceksin, sonunda bu adadan çekip gitmek zorunda kalacağız.”
Bir süre uğraştıktan sonra neler olup bittiğini anlatacak noktaya getirebildim onu. Söylediğine göre Başkan toplantı açılır açılmaz hemen konuya girmiş, bu adadaki en büyük tehdidin martılar olduğunu söylemiş. Adanın en güzel kıyılarını kapladıkları ve buralarda insanların denize girmesini önledikleri yetmiyormuş gibi bu vahşi kuşlar insanlara saldırıyor, adayı yaşanmaz bir cehenneme çeviriyormuş. Bu yüzden Başkan komiteye, bu kuşların yok edilmesini önermiş. Uzun uzun kuşların zararını sayıp dökmüş. Zaten komitenin çoğunluğu Başkan’a yakın olduğu için martıları imha etme kararı almak üzereymiş ki Yazar dayamayıp söz almış ve bu önemli konunun komitede karara bağlanamayacağını, alınacak kararın bütün ada sakinlerini ilgilendirdiğini, bu yüzden genel kurulda tartışılması gerektiğini bildirmiş. Ada halkının komiteden daha sağlıklı düşünebileceği umudunu taşıdığı için bu konu üzerinde çok ısrar etmiş.
Ondan zaten nefret eden Başkan’ın acele bir karar almak istemesine karşı müthiş bir direnç göstermiş Yazar. Bunun bir çeşit savaş kararı olduğunu, eğer adayı bir ülke gibi düşünürsek savaş kararlarını meclislerin alması gerektiği falan gibi kendisinin bile saçma sapan bulduğu bir sürü şey söylemiş. Başkan’ın torununun kapıldığı gereksiz panik yüzünden kolunu incitmesi ve koskoca adamın martıdan korkarak ateş etmesi gibi konulara hiç değinmemiş. Sonunda komiteyi bu işe razı edebilmiş. Çünkü Başkan, eğer herkesin katılımı sağlanırsa, martılara karşı mücadelenin daha içten ve daha etkili yürütebileceği kararına varmış.
“Bu zırdelinin martılara savaş açması gibi bir çılgınlık herhalde kabul edilmez!” diyordu ve hemen arkasından aynı anlama gelecek sözleri tekrar edip durmasından anlaşılıyordu ki içi çok da rahat değil.
“Toplantıda sen de kalk bir şeyler söyle!” dedi Yazar. “Bu adamın adalıları kandırmasına engel olmaya çalış. Hatta şimdiden insanlarla tek tek konuşup bu deliliği önlemeye gayret et.”
Zayıf bir sesle, “Olur!” dedim. Adalılara bir şeyler söyleyebilirdim ama toplantıda kalkıp konuşmak benim çekingen doğama pek uygun bir iş değildi. Bu alanda kendime güvenmiyordum.
Ondan ayrıldıktan sonra biraz yürüdüm, sonra ıssız bir kayanın üzerine oturup uzun uzun martıları seyrettim. Yumurtalarının başında bekleyen martılara baktım. Sivri bir kayanın tepesinde durmayı âdet edinmiş ve avlanma dışında o yüksek noktayı hiç terk etmeyen inatçı martıyı yine aynı yerde gördüm. Şu anda kendileri hakkında yapılan tartışmalardan hiçbir haberi olmayan bu yaratıklar gözüme insanlardan daha masum göründü.
Kanatlarını kapadıkları zaman daha griydiler, çünkü sırtları bu renkti. Ama havada süzülürken gövdelerinin iç kısmı göründüğü için bembeyazdılar. Bu çılgın adam nasıl bir mücadele düşünüyordu acaba bunlara karşı? Artık Başkan’ı benim de “çılgın” sıfatıyla düşündüğümü fark ettim. Bir iki hafta içinde bizi bu noktaya getirmeyi başarmıştı.
Orada bir saate yakın oturmuşum. Sonra kalkıp adalı arkadaşlarımı dolaşmaya başladım. Kimi bahçeyle uğraşıyor, kimi hamakta kestiriyor, kimi bakkaldan dönüyordu. Onlara Başkan’ın saçma bir işe kalkışmak üzere olduğunu, martılara karşı mücadele açmaya karar verdiğini anlattım. Bu işe engel olmamız gerektiğini söyledim.
Hepsi zaten benim gibi düşünüyordu. “Olur mu böyle delice şey!” dediler. “Ne zararı varmış martıların? Kendisi korktuysa, bunda martının ne suçu var?”
Hatta 12 numaradaki arkadaşımız, “Savaş oyunları oynamak istiyorsa gitsin kendisine başka bir ada bulsun!” bile dedi.
Bu konuşmalardan sonra içim biraz rahatlamış olarak eve döndüm, Lara’ya olup bitenleri anlattım. “Adalıların aklı başında, bu işe izin vermeyecekler!” dedim.
Yüzüme endişeyle baktı. Zaten hep bir felaket olmasını bekleyen tedirgin yapısı, Başkan’ın bu son günlerde yaptıklarıyla iyice sarsılmıştı.
“Umarım öyle olur!” dedi, kuşkulu bir sesle. Sonra devam etti:
“Hayattan öğrendiğim bir şey var. Her yerde kötülük çok kuvvetli ve zor yeniliyor. İyilik daha zayıf kalıyor.”
“Kaygılanma,” dedim, “var gücümüzle mücadele edeceğiz. Bu adada kötülük egemen olamayacak.”
Bana bakan ela gözlerinde, dediklerime inandığına dair bir işaret göremedim. Bunun üzerine biraz daha ısrar etme gereğini duydum, çünkü onu üzüntülü görmeye hiç katlanamıyordum. Kumral saçlarını okşayarak, “Sevgilim” dedim, “belki de haklısın; belki değil, yüzde yüz haklısın. Dünyada kötülük daha örgütlü ve daha planlı, iyiliğin içinde zaten bir saflık var. Bu yüzden dünyanın her yerinde kötülük saflığı yeniyor. Ama bu adada durumu tersine çevirdik biz. Baksana bunca yıldır aramızda ne rekabet var, ne kavga, ne çekişme. Burası huzuru seçen iyi insanların ülkesi. Göreceksin, komşularımız bu tehlikeli önerileri reddedecek. Başkan da bu adada sıkılacak, istenmediğini fark edecek, yakın bir zamanda çekip gidecek buralardan.”
“Ya bizi gitmek zorunda bırakırsa?”
“Böyle bir şey olmayacak! Sonsuza kadar bu adada seninle birlikte kalacağız. Öldükten sonra bile ayrılmayacağız.”
Bu sözlerimin onu biraz yatıştırmasını beklerken, birdenbire beni çok şaşırtan bir şey yaptı. Önce beni dudaklarımdan hafifçe öptü, sonra ağlamaya başladı. Dudaklarının sıcaklığı kadar, gözyaşının bir yaz yağmuru gibi boşanıvermesi de şaşırtmıştı beni.