Suyu Arayan Adam

suyu-arayan-adam-sevket-sureyya-aydemir-remzi-kitabeviBu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbinde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan’ı kurmak yolunda Kafkas, Hazer ülkelerine koşan bir Türk gencinin hikayesidir. Şimdi bu yeni baskısını sunduğumuz bu eserin yazarı Şevket Süreyya Aydemir; Rusya’da, Sovyet inkılabı cereyan ederken, aralarında Enver Paşanın da bulunduğu önemli şahsiyetlerle karşılaşmıştı. Yazar, Rusya’da tahsilini tamamlayarak memleketine dönmüş, hayatın acı ve tatlı çeşitli olaylarını yaşamıştır. Sonra devletin yüksek hizmet mevkilerinde çalışan Şevket Süreyya Aydemir’in hayat hikayesi, Orta Anadolu bozkırında bir “toprağa yöneliş”le biter.”Suyu Arayan Adam”da yüzyılımızın, Avrupa’dan Çin’e ve Himalayalara kadar uzanan çeşitli problemlerini de bulacaksınız.

***

içindekiler

Bir Çocuk Ruhunun İlk Dokuları…7
Bir imparatorluk Masalı…34
Ergenekon….44
Şu Bilinmeyen Anadolu…58
Şu Bilinen Hikâye…77
Aydemir…99
Kızılelma…120
Ejderhan Balıkçısı…141
Kuzeye Çıkan Yol…160
ihtilâlci…185
Rus Ovası ve Rus Mistiği…192
Ormandaki Ateş…199
Toprağın Asıl Sahibi…206
Pamir’deki istifham…219
Başarılamayan inkılâp…227
Rusya Demek Her Şey Demek Değildir!…241
Putlar ve ilâhlar…253
Çin Asrı…266
Olimp’teki Kavga…282
Otomat…301
Eriyen Bir Mum Gibi…308
Profesyonel ihtilalci…318
Kovadis Yoldaş?…326
İnkılâbın Emrinde…346
Kadro ve Bir Dağ Yolu…
371
Epiktetos’un Kandili…394
Toprağa Yöneliş…402
Suyu Arayan Adam…406

***

Bir Çocuk Ruhunun İlk Dokuları

“Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Top­rağı üç kulaç kazdı. Suyu bulamadı.

On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene su­yu bulamadı.

Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gü­cü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidi­ni kesti.

Fakat bir ses ona:

Daha derinlere in, daha derinlere! dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu. ”
Rama Krişma

Çocukluğuma ait ilk hatıram bir yangındır.

Belki henüz kucaktaydım, belki de yürüyordum. Fakat herhalde çok küçüktüm. Çünkü hatıramda bundan daha eski bir iz yoktur. Bu yangın içinde gözlerimi açmış, hayata bir yangınla başlamış gibiyim…

Ben bir sınır şehrinde doğdum. Evimiz bu şehrin en kenar mahallesindeydi. Bu mahalleden, şehrin doğusunda uzanan sırtlar üzerinde kü­çük bir köy görünüyordu. Yangın bu köydeydi.

Akşam çöküyordu. Ufku önce duman dalgaları kapladı. Sonra bu duman dalgalarıyla alevler birbirine karıştı. Nihayet karanlık başlayıp da gene koyulaşınca, göklere vuran kara kızıllık, ufka yerleşti ve köyün üs­tüne çöktü.

Yaşım ilerledikçe bu yangınların nicelerini gördüm. Denebilir ki çocukluğum, onların kızıllığı içinde geçti.

Doğuşum da bir savaş yılına rastlamış. Zaten o yıllar sükûn yılla­rı değildi. O yıllar kanlı, muammalı bir yüzyıla gebeydi. Bir yüzyıl sona eriyordu. Yeni bir yüzyıl doğmak üzereydi. Şu acayip, şu yaşanmaya de­ğer yirminci yüzyıl!…

Benim ilk kanat çırpışlarım da asıl yirminci yüzyılda başlayacaktı. Demek kaderimi onunla paylaşacaktım. Onun bütün çocukları gibi…

Ben de yüzyılımızın büyük macerasından kendi payıma düşeni, onun yüz milyonlarca adsız çocuklarından biri olarak, kaderin önüme serdi­ği yüz milyonlarca küçük yollardan biri üzerinde kendi alın yazıma gö­re yaşadım.

işte şimdi size bu kitapta, yüzyılımızın o sayısız küçük hikâyelerinden birini, o sayısız adsızlardan biri olarak anlatmaya çalışacağım.

Hayata onunla gözlerimi açtığım yangın, sonra nice ve nicelerini de gördüğüm yangınlar gibi, bir kaza eseri değildi. Bu yangın da, o zaman­lar bütün Avrupa Türkiye’sini saran yüzlerce, binlerce yangınlardan bi­riydi.

O zamanki Avrupa Türkiye’sinde, yani bütün Rumeli’de olduğu gibi bizim sınır şehrimiz Edirne’nin çevresinde de, çeteciler, komitacılar kay­naşıp duruyorlardı. Yarı haydut, yarı politikacı çeteciler… Rum çeteci­ler, daha çok Bulgar çeteciler ve Bulgarlar…

Bunlar zaman zaman köyleri, çiftlikleri basarlardı. Harmanlan, ağılları ateşe verirlerdi. Dağa adam kaldırırlardı: Baskınlar, çarpışmalar olur­du. Hatta şehre kadar sokulurlardı.

Hele bizim kenar mahalle, bu karışıklığın, korkunun ortasında yaşar­dı. Şehir zaten bir ordu merkeziydi. Bir ordugâh halindeydi.

Uzaktan bir duman belirir ya da bir yerden birtakım silah sesleri du­yulursa mahallenin sokakları hemen boşalırdı. Biz oyunlarımızı keser­dik. O saatlerde işlerinden dönen ve bir bakıma sakin görünen erkekler, gerçekte dalgın ve düşünceli olurlardı. Dar, iğri büğrü sokaklarda birbir­lerine rastlaşınca, sessiz selâmlaşırlar, evlerinin kapılarına varırlar, gene sessiz açılan kapılardan yavaşça evlerine girerlerdi.

Hafızamın derinliklerinde ilk çocukluk hatıram olarak yerleşen o kı­zıl yangından sonra, hatırlayabildiğim ilk manzara, kalabalık bir cena­ze karışıklığıdır.

Belki o zaman da kucaktaydım. Belki yürüyordum. Bu karışıklığın hafızamda kalan dekoru, geniş ve çiçekli bir bahçedir. Bütün çocukluk çağımda çok renkli bir yeri olan bu bahçenin ortasında büyük bir ha­vuz vardı. Sularına, mor salkımlarla menekşe güllerinin saçları dökülür­dü. Üstünü bir kubbe gibi örten ulu ağaçlarla, çevresine saksı saksı dizi­len karanfil, sardunya, küpe çiçeklerinin koyu ve titreşik gölgeleri, sula­rının aynasına vururdu.

Burası bir konak bahçesiydi. Konağın kademe kademe geniş, yeşil bahçeleriyle asıl sokağı sınırlayan yüksek duvarlar arasında konak atları­nın, arabalarının hareket edebildiği bir avlu vardı. Bu avluya çift kanatlı, geniş yüksek sokak kapıları açılırdı. Rumeli Türkçesi’nde bu büyük ka­pılara Porta’lar denilirdi.

Bir gün bu kapılar birden ardına kadar açıldı. Aralarında polislerin, askerlerin, jandarmaların kaynaştığı karmakarışık bir kalabalık avluya doluverdi. En önde ve başlar üstünde bir tabut taşınıyordu. Bu tabuttan hafızamda kalan şey, üstüne serilen siyahımsı yeşil bir örtüdür. Bu örtü­nün üzerinde herhalde yazılar, nakışlar vardı, işte tam o sırada bir Arap halayık, beni havuz başındaki gölgeliğe serilen ve üzerinde yuvarlandı­ğım hasırın üstünden kaptı. Konağın içine kaçırdı…

Bu konak, Edirne’nin en zengin beyinin konağıydı. Babam konağın bahçesine bakardı. Bu beyin Edirne’nin dışında tâ Bulgar sınırlarına ka­dar uzanan büyük çiftlikleri, uçsuz bucaksız toprakları vardı. Çiftliklerin topraklarında, sınırlarında Bulgar köyleri bulunuyordu. Cenaze bu be­yin tek ve yetişkin oğlunundu. Sonradan çeşitli hikâyelerini dinlediğime göre bu köylülerden bir kısmı, bir gece beyin çiftliklerinden birini bas­mışlar, çiftlikte uyuyan oğlunu kaçırmışlardı.

işin bundan sonrası, Rumeli’nin o yanında ve zamandan kalan halk şarkılarında hâlâ söylenir durur.

Dağa kaktırılan beyin oğlu için eşkıya büyük bir kurtuluş parası ister. Bey hükümete dayanır. Jandarmalardan başka askerler, piyadeler, süva­riler, topçular işe karışırlar. Edirne kalesi ile sınırlar arasındaki yerlerde âdeta bir savaş başlar. Köyler basılır, pusular kurulur. Dayananlar kılıç­tan geçirilir. Ama, ne var ki sonunda beyin oğlu bir hendeğin içinde ölü olarak bulunur. Konağa getirilen cenaze, onun cenazesiydi.

Yalnız benim ilk çocukluk günlerimde, değil, sonra yıllarca mem­leket bu ölümün öyküleri, türküleriyle çalkandı. Bu genç beyden ha­fızamda kalan çizgiler, onun galiba biraz sivrice, kumral, güler yüz­lü ve biraz aşağıya doğru sarkan uzunca bıyıklarıdır. O delikanlılık ça­ğında babası onu evlendirmiş, hacca götürmüştü. Fakat galiba çocu­ğu olacak kadar vakit kalmamıştı. Beni, beklediği çocuğu yerine sever, şımartırmış. Belki de gözlerimin renginden olacak, bana “Çakır” diye ad takmış. O öldükten sonra beni bu konakta, hep Çakır diye çağırır­lardı.

Bu genç bey için halkın düzdüğü bir türkünün birkaç parçası hâlâ hatırımdadır. Bu halk türküsünde, genç bey dile getirilir. Hayatına doy­madığından, vücudundan sızan kanlardan, çiftliğinin lambalarının par­ladığından, annesinin, babasının başucunda ağladığından bahsedilir. Türkünün sonu, “Pek yazık oldu Hacı Nuri Beye. Çare bulan olmadı bu yâreye” diye biter. Babasına “Dertli” adını bu ölümden sonra takmışlar. Dertli Mustafa Bey, ondan sonra ölümüne kadar evine kapandı. Nuri Beyin ölümü, onun toprağında yaşayan Bulgar köylülerinden birçoğu­nun hayatına mal olmuş. İşin aslı, bir toprak kavgasıymış. Fakat sebep ne olursa olsun, çeteler, komiteciler her tarafta ayaktaydılar. Savaş devam ediyordu. Bu genç beyin ölümü ise Rumeli’de, bu cins ölümlerin ne bi­rincisi, ne de sonuncusuydu.

Bizim kenar mahallemiz, basık bir mahalleydi. Yazın toz, kışın ça­murla örtülü daracık sokaklar, bir çıkmazın içinde tıkanıncaya kadar al­çak bahçe duvarları arasında kıvrılır giderlerdi. Bu duvarlar ya çalılar­la çitlenirdi, yahut molaz veya kerpiçten yapılmış olurdu. Bizim evimiz, bahçesinin etrafını bir kerpiç duvar çevirmiş olan sayılı evlerden biriydi. Hele duvarlarının üzerine, kırık dökük de olsa, kara, yerli kiremit örtül­müş olan başka bir ev, bu mahallede yoktu.

Beyaz badanalı, tek katlı evcikler, kulübeler, hep küçük ve ağaçlık bahçeler içinde kaybolmuşlardı. Damlar, ya yağmurla yosunlaşmış taş­larla, kiremitlerle örtülmüş olurdu, yahut ot-saz demetleriyle kaplanırdı. Bizim evimiz de bunlardan biriydi. İki buçuk odacığı, bir de içerlek, top­rak, karanlık bir mutfağı vardı. Bu mahallenin evleri, daha doğrusu ku­lübeleri arasında en büyüğü bizimkiydi.

Babam ağaçlara birer kutsal varlıkmış gibi baktığı ve bizim evimizde herkes çiçekleri sevdiği için, avlumuzun ağaçları herkesinkinden güzeldi. Küçük avlumuzun kuyusu etrafında yahut büyük bir dut ağacının göl­gelediği taşlığın çevresinde, anamla ben her bahar, her yaz, renk renk çi­çekler yetiştirirdik. Yaz akşamları yemeğimizi bu taşlığa serdiğimiz hası­rın üstünde yerdik. Yaşım biraz ilerleyince en zevkli vazifelerimden biri, şehrin dışından, eski Edirne saraylarının kurulmuş olduğu yerlere yakın bir çayırlığın kenarından, toprağıyla beraber kesip çıkardığım çim ke­seklerini avlumuzun çiçek göbeklerinin etrafına dizerek sulamak ve tut­turmaya çalışmaktı. Bunları taşıyabildiğim kadar eski bir peştamalla sır­tıma vururdum. Eve getirirdim. Bu çim keseklerinin tutmaması, sarar­ması korkusu gece rüyalarıma girerdi.

Hele çiçeklerimizin içinde bir cins zambak vardı ki, onun büyümesi­ni, yetişmesini, tomurcuklanıp çiçek açmasını, anamla ben âdeta gözle­rimizle takip ederdik. Nihayet ilk çiçekleri beyaz dudaklarını açtığı gün, onu baştan aşağı gelin telleriyle süslerdik. Bu bir âdetti.

Bu gelin telleri her kış bir tarafa saklanırdı. Çiçeğin açılıp da tellendi­ği günün akşamı, babamı yolda beklerdim. Yahut anamla beraber kapı­da karşılardık. O akşam, bizim için bir bayram olurdu…

Bizim mahallede komşu kadınlar her gece bir başka evde toplanırlar­dı. Mahallenin bütün evlerinde, bütün gece toplantılarında çete, komi­ta hikâyeleri anlatılırdı.

Basık odacıklar gündüz küçük pencerelerden ışık alırdı. Geceleri pen­cerelere üst kenarları gergin bir iple büzülen, sararmış patiska perdecikler çekilirdi. Yerler hasır, kilim parçalarıyle örtülürdü. Bu kilim parçala­rı, bizim mahallenin hemen bütün evlerinde olduğu gibi göçmen kadın­larının, kırpıntılardan örüp dokudukları alacalı parçalardı.

Daha hallice evlerde duvar diplerinde basma, bez veya kilim artıklarıyle kaplı küçük yer minderleri dizilirdi. Bazı evlerde parçalı bezlerle kaplı ot yastıklar da olurdu. Ama, masa ve sandalye gibi şeyler bizim ma­hallemizin hiçbir evinde yoktu, öyle ki, beni bir gün şehirde bir berber dükkânına götürüp hasır sandalyeye oturtarak dişimi çektikleri zaman, benim bu büyük maceram, mahalle çocukları arasında günlerce çalkalandı durdu: İskemleye oturdum diye…

Evlerimizin, odalarımızın duvarlarında mısır salkımları, kırmızı bi­ber dizileri hevenkleşmiş olurdu. Raflara kabaklar dizilirdi. Üzüm he- venkleri kuytu ve serin yerlere asılırdı, öyle ki kış geceleri bir toprak ça­nak veya bir bakır sahan içinde biraz üzüm ortaya getirildiği zaman, bu üzümlerin kararmış, kurumuş, üzerlerinin kalın bir toz tabakası ile kap­lanmış olduğu görülürdü.

Beş numara bir gaz lambası, ortada boyalı tahtadan bir tabure üzerine konurdu veya duvarda bir çiviye asılırdı. Ağzına bakır maşrapa geçi­rilmiş bir su testisi, daima oda kapısının kenarında dururdu.

Misafir kadınlar toplanmaya başlayınca, önce küçük dedikodular ya­pılırdı. Sonra hemen çete, komita hikâyelerine geçilirdi. Kadınların en bilgiçleri her gece bu hikâyelerin yenilerini bulup söylerlerdi. Hepsi kor­kunç, esrarlı, hikâyeler…

Biz çocuklar, bu kenar mahalle evlerinin odacıklarını dolduran ka­dın kümeleri arasında, analarımızın dizlerine yapışarak, eteklerine gö­mülerek bu anlatılanları korkulu gözler, gittikçe donuklaşan bakışlar­la dinlerdik. Bir gün bir köyün basılması, bir gün bir köprünün atılma­sı, başka bir gün de ateşe verilen depoların cephaneliklerin hikâyeleri an­latılırdı. Bunların ne kadarı doğru, ne kadarı mübalağalıdır düşünemiyorduk. Ama, bu söylentiler, bu hikâyeler hiç tükenmeden birbirini ko­valar, giderdi.

Anlatılanlara göre çeteci, her yerde ve her kıyafette görünebilirdi. Mesela bir gün bir köy mescidinde sabah ezanından önce güzel sesli bir derviş Kur’an okuyordu. Cemaat sıra sıra ve başları önlerinde Kur’an’ı dinliyorlardı. Sonra müezzinin sesi duyulunca namaza durul­du. Güzel sesli derviş de Kur’an’ını kapayarak rahlesine koydu, cema­ate karıştı.

Fakat biraz sonra bu rahlenin altından bir bomba patladı. Mescit harap oldu. Ölenler, yaralananlar üst üste yığıldılar. Oysaki derviş bunların arasında yoktu. O kaçmıştı. O bir çeteciydi…

Gece ilerledikçe çocukların, bu hikâyelerin baskısı altında yorulan muhayyilelerinde; yıkılan camiler, atılan tabyalarla, derviş, papaz ve eş­kıya hayalleri birbirlerine karışır, gözler gittikçe mahmurlaşırdı. O za­man çocukların uykularını açmak, daha doğrusu çocuklara gözdağı ver­mek için bir sıra öğütler başlardı:

-Çocuklar! Eğer çeşmeye su almaya gittiğiniz zaman yalağın içinde bir altın görürseniz uzanıp almayacaksınız. Çünkü o bir tuzaktır. O pa­ranın altına çeteler mutlaka bir bomba koymuşlardır. Altına elinizi do­kundurunca bomba patlar, parçalanırsınız. Sonra sokaktan bir yaban­cı geçer de,

-Evladım! Bak sana şeker getirdim, derse sakın elini uzatma! O şeker bir dinamittir. Ağzında parçalanır, havaya uçarsın…

Bu öğütler uzadıkça, onları dinleyen biz çocukların da önce korkudan açılan gözlerimiz gittikçe dalgınlaşmaya, yorulmaya başlardı. Analarımızın göğüslerine yahut dizlerine gittikçe daha fazla gömülür ve sonra öylece uyuyakalırdık..

Fakat hayallerimizin çalışması uykuyla bitmezdi. Çetelerin, komitacıların, bu defa da rüyalarımızdaki saltanatı başlardı. Benim de rüyala­rımda yangınlar alevlenirdi. Sular basar, pusular, baskınlar birbirini ko­valardı. Çeteci bazen beyazlar giymiş bir melek kıyafetinde tatlı diller­le beni kucağına çağırırdı. Fakat sonra bu meleğin başında birden koca­man bir kalpak belirirdi. Onun altında kan çanağı gözlerle sert bıyıklar, sakallar birbirine karışırdı. Bazen de rüyamda kendim çeteci olurdum. Belime kamalar bombalar takardım. Yahut, kılıcımı çekerek düşmanlar­la savaşırdım…

Kısaca çocukluğumun o çağında, boş ve bütün çocuklarınki gibi her verileni almak için işleyen hayal gücüm, hep korkularla, mücadelelerle örülürdü. Komitalar, voyvodalar, askerler, gaziler, şehitler, körpe dima­ğımın boş hücrelerine, hiçbiri anlaşılmadan, fakat hepsi de birbirinden esrarlı gelişigüzel dolardı. Yerleşirlerdi.

Bazen rüyamda, babamın çalıştığı konak sahibinin çiftliğinde öldürülen genç beyi görürdüm.

Onu bizim evde sadece “küçük bey” diye anarlardı. Küçük beyin hayat ve ölüm hikâyelerini anam hemen her gece anlatırdı. Bazen de komşular hep bir ağızdan onun acıklı türkü­sünü söylerlerdi…

Rüyamda küçük beyin tatlı kumral yüzünü, uçları aşağıya doğru sarkan, ince uzun bıyıklarını görürdüm. Bazen beni ku­cağına alırdı. Yüzüme gülümserdi. Bazen de eli, yüzü ve elbiseleri kan­lı kanlı olurdu. O zaman ağlayarak uyandığımı hatırlarım. Anam, rü­yamı anlamış gibi koşar, beni kollarına alır avutmaya, uyutmaya çalışırdı…

Bizim mahallemizde çocuklar, gece toplantılarında anlatılıp, rüyala­rımızı da dolduran kanlı mücadelelerden sonra gün ağarınca, yatakla­rından çıkar, sokaklara fırlarlardı. Dar, çapraşık, yazın tozlu, kışın ça­murlu sokaklara. Bu sokaklar, üzerlerinde kiremit bile bulunmayan eğri büğrü alçacık kerpiç duvarlar, veya diken ve sazdan çitler arasında uza­nırdı. Hiçbir ev, sokağa çıkan çocuğunun hayatını pek fazla takip etmez­di. Zaten hiçbir evin sokağa bakan penceresi yoktu. Bu evlerin odaları­nın küçük pencereleri her evin etrafını saran küçük bahçeye yahut av­luya bakardı. Bu küçücük pencerelerin bazılarında, cam yerine kaba bir çerçeveye yapıştırılmış kirli kâğıtlar bulunurdu.

Mahallemizin sokaklarında günlük hayat, biraz da, çocukların gece toplantılarında, basık tavanlı küçük odacıklarda üst üste yığılarak dinle­dikleri, yahut rüyalarında yaşadıkları öykülerin bir devamı gibi geçerdi. Oyunlarımız, daha ziyade kavgalardan, baskınlardan, savaşlardan olu­şurdu.

Anam beni sokakta pek başıboş bırakmazdı. Ama ben bu oyunların hemen hepsine de katılırdım.

Oyunlarımızın en başında gene, çetecilik, komitacılık oyunları gelir­di. Bunun için önce kaptanlar, voyvodalar seçilirdi. Bu sözcükler, Rum, Bulgar çetecilerinin reislerine verilen isimlerdir.

Kaptanlar, voyvodalar, çocukların en kuvvetlilerinden, en gözü pek olanlarından seçilirdi. Bunlar bizi birkaç kola ayırırlardı. Oyuna katılanlar, hemen feslerinin kenarlarını kıvırarak, onları güya Rum, Bulgar eşkıyasının kalpaklarına benzetirlerdi. Sonra birbirlerini Yanko Kaptan, Petko Voyvoda gibi isimlerle çağırırlardı. Aralarında güya Rumca, Bulgarca konuşuyorlardı.

Sonra silahlanma başlardı. Bellerimize bıçak, tabanca vazifesini göre­cek çubuklar, tahta parçaları takardık. Ceplerimize, kuşaklarımıza bom­ba yerine taşlar doldururduk. Bazen altımıza bir değnek çekip onu at gi­bi sıçrattığımız da olurdu. Benim eşkıyalık üniformam, diğer çocuklarınkinden daha gösterişliydi. Çünkü mahallenin tek dikiş makinesi bi­zim evdeydi. Bu, yan yatırılmış bir gaz sandığı üzerinde çalıştırılan es­ki bir şeydi. Anam bununla bazen bize, bazen de komşulara dikiş di­ker, boşalan makaraları da bana verirdi. Ben bunları toplar, biriktirir­dim. Sonra bir ipliğe dizip halkalar yapardım. Boynuma çapraz geçirir­dim. Yahut belime sarardım. Bunlar benim fişekliklerim olurdu. Bu fi­şekliklere, kendimi bildiğim sürece bütün sokak çocuklarının ağzı sulanırdı. Bazen onlara da artanlardan bir şeyler verdiğim zaman, bunları takan çocuklar oyunda hemen kaptan seçilirlerdi. Ama beni galiba pek seçmezlerdi. Nedense beni bu iş için pek acar görmüyorlardı:

Çetecilik oyunlarında bütün mesele, karşı tarafa görünmeden en iyi yerlerde, en sağlam pusuları tutmaktı. Düşmanın etrafını çevirmekti. Sonra kaptan işareti verince, birden, gürültüler, bağrışlarla düşman çe­tesi üzerine çullanarak, göğüs göğse bir çarpışmadan sonra zaferi kazan­mak lazımdı. Bunun için her tedbire başvuruldu. Çitlerden, hendekler­den, duvar arkalarından, ağaç dallarından, faydalanılırdı. Fakat bunla­ra rağmen baskın muvaffak olamazdı, o zaman kovalaşma başlardı. Bu kovalaşmada her çocuğun kendi hareketini biraz da kendi zekâsı ile ta­yin etmesi gerekirdi. Kovalaşmanın, çarpışmaların uzun sürdüğü olur­du.

Bazen mahallenin bir ucunda başlayan savaşın öbür mahalleye yayıldığı görülürdü. O zaman oyuna iki taraftan yeni kuvvetler karışırdı. Güya ölenler, yaralananlar, esir edilenler olurdu. Bazen de bu esirler, bir baskınla kurtarılırdı. Nihayet oyun, şu veya bu tarafın yenmesi ile bittiği zaman, bütün oyuncular kan ter içinde bir araya toplanırlardı. Feslerin kenarları düzeltilirdi. Taşlar, değnekler atılır ve oyunun tartışması baş­lardı. Lâkin neticeler üzerinde her zaman uyuşulamazdı. O zaman, bu şakadan oyunlar gerçek kavgalara dönerdi…

Bu çetecilik oyunlarının en heyecanlısı, bizim mahallenin çocuklarıyla, bitişik Hıristiyan mahalle çocukları arasında yapılanlarıydı. Bunlar gerçek bir çete çatışması gibi geçerdi. Hiç beklenmedik bir zamanda pat­lardı. Derhal duyulurdu. Bu artık bir oyun değildi. Sınır mahalleler ara­sında bir kavgaydı. Bütün bunlar, aynı devletin uyruğu, fakat yüzyıllar­dan beri birbirine kaynaşmayan ırkların çocukları arasında, ilerde olacak kanlı hesaplaşmaların küçük hazırlığıydı.

Bu gibi kavgalar, ya Rum veya Bulgar mahallesinden geçen bir Müslüman çocuğunun taşa tutulması, yahut da Müslüman mahallesine giren bir Hıristiyan çocuğuna dayak atılmasıyla başlardı. İki tarafın da tanınmış elebaşıları, gözü pek savaşçıları vardı. Bunlar kendi mahallele­rinin, âdeta talim görmüş çocuklarını takım takım etraflarına toplarlar­dı. Şehrin kenarına seğirtirler savaşa sürerlerdi. Şehir kenarındaki sırt­larda geniş Müslüman ve Hıristiyan mezarlıkları vardı. Her iki taraf, ar­kasını kendi mahallesine, kendi mezarlığına vermeye çalışırdı.

İlk iş, yollara hâkim noktaları tutmaktı. Buralara taşlar yığarak, sipercikler, barikatlar hazırlayarak toplanırdık. Nöbetçiler, öncüler yerlerini alırlardı. Keşif kollan çıkarılırdı. Yer yer taş kavgaları başlardı. Nara atanlar, Allah! Allah! diye bağıranlar, borazan taklidi yapanlar, hatta uzun, yuvarlak mezar taşlarını, siperler, istihkâmlar üzerine yatırarak düşmana doğru taklit toplar yerleştirenler ve Bom! Bom! diye patlatan­lar olurdu.

Kendi aramızdaki çete baskını oyunlarında, her nedense hepimiz gü­ya Rumca, Bulgarca konuşuyormuşuz gibi ağzımızda birtakım anlaşıl­maz sözlerle bağrışıp dururken, bu mahallelerarası milli kavgalarda biz, yalnız Türkçe konuşurduk. Hep “Allah! Allah! Hücum!” diye bağırır­dık.

Eğer bu çarpışmalar büyük çocukların evlerinden duyulup, iki tara­fın kadınları, erkekleri mezarlıklara koşmazlarsa, bağrışmalar, söğüşmeler arasında sert bir kavgaya dönerdi. Taşlar yağardı. Sopalar savrulurdu. Göğüs göğse bir boğuşma başlardı. Hele iş uzarsa iki tarafa da imdat ye­tişirdi. O zaman kavgacıları ayırmak çok zor olurdu.

Bir defasında, kavgayı ayırmaya gelenler de birbirlerine girmişler­di. Bıçaklar sıyrılmış, kafalar yarılmıştı. Yetişen polisler, artık ilerleyen akşam karanlığı içinde, tarafları kendi mahallelerine sürüklerken, her nasılsa sağdan soldan birkaç silah patlamıştı. O gece, hem Müslüman, hem Hıristiyan mahalleleri, sabaha kadar silah seslerinden inledi dur­du…

Sanki iki taraf da, nasıl olsa ergeç girişecekleri son, kesin hesaplaşma­ya, beklenmedik bir kıvılcımla, şimdiden başlamışlardı.

Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi. Kırım’dan Dobruca’dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, toptan öldürmeler içinde ko­pup gelen göçmen sellerinin artıkları, yüz elli, iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çe­kilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.

Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş, Osmanlı devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağ­lık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski imparator­luğun yeni sınırları, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde doğudan batıya uzanıp gidiyordu.

Oysaki, Edirne bir devlete başkent olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına, Almanya’dan İran içine, Hint Denizi’ne…

Benzer İçerikler

Kralın Adaleti

yakutlu

Çanakkale İçinde Vurdular Beni

yakutlu

Magistra Üç.. İki.. Bil artık!

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy