VE AYNA KIRILDI-AGATHA CHRISTIE

1

Miss Jane Marple pencerenin önünde oturuyordu. Pencere, bir zamanlar kendisi için büyük gurur kaynağı olan bahçeye bakıyordu. Ama artık o günler geçmişte kalmıştı. Şimdi pencereden dışarı bakınca tüyleri ürpererek yüzünü buruşturuyordu. Bahçe ile uğraşması bir süre önce kendisine yasak edilmişti.

Eğilmeyecek, çapa çapalamıyacak, bahçe kazmıyacak, çiçek dikmeğe kalkışmryacaktı. . Olsun olsun da ancak yorulmadan çiçek budamasına izin vardı. Haftada üç gün gelen ihtiyar bahçıvan Laycock bahçeye çekidüzen vermek için, elinden geleni yapıyordu. Fakat onun mükemmel dediği (ki hiç de mükemmel değildi) ancak kendi ölçülerine göre mükemmeldi. Yoksa bu ölçüler hanımının ölçülerine kesinlikle uygun değildi. Miss Marple bahçede neler yapılmasını istediğini gayet iyi biliyordu ve bir işin yapılmasını istediği zaman Laycock’a gerekli emirleri veriyordu. İşte o zaman ihtiyar Laycock ustalığını

gösteriyordu. Ama ilk heyecanı geçtikten sonra gayrete gelip emredilen şeyleri yapmak için hiçbir istek göstermiyordu.

«Çok haklısınız, hanımefendi. Şuraya şakayıkları dikeriz, duvar dibine de iri çan çiçeklerini sıralarız.

Dediğiniz gibi bu hafta her şeyden önce bu iki işin yapılması gerek.»

Fakat Laycock’un işleri asmak için daima akla yakın mazeretleri bulunuyordu; en beylik mazereti de hava şartlarıydı. İşler gecikti mi, mutlaka hava ya çok kuruydu, veya çok yağmurlu… Ya da toprak çok su emmiş oluyordu.. Veyahut ta hava don yapacağa benziyordu. Ya da sırada, o işlerden çok daha evvel yapılması gereken önemli bir iş oluyordu. Bu önemli şey de genellikle onun hesapsız yetiştirmeğe meraklı olduğu lahanalarla veya pırasa fideleriyle ilgili ‘bir iş olurdu. Laycock’un bahçıvanlık sanatı

hakkındaki prensipleri gayet basitti; bir batice sahibi ne kadar bilgili olursa olsun, onu bu prensiplerinden vazgeçmeye zorlayamazdı.

Pencereden bahçeye baharken Miss Marple hep bunları düşünüyordu. Sonra bakışlarını bahçeden kaçırdı, tekrar yün işini eline aldı.

insan gerçeklere korkusuzca bakmayı bilmeliydi: St. Mary Mead artık eski St. Mary Mead değildi. Bir bakıma, her şey değişmişti. İnsan bunun suçunu savaşlara, genç neslin vurdumduymazlığına, kadınların artık evlerinde oturmayıp işe gitmelerine, atom bombasına veya sadece, hükümete yükleyebilirdi…

Fakat insanın artık her şeyin değiştiğini düşünürken asıl kastettiği insanın kendinin yaşlanmakta olduğuydu. Çok mantıklı bir yaşlı hanımefendi olan Miss Marple bunun gayet iyi farkındaydı. Ne var ki, yaşlandığını St. Mary Mead’de garip bir şekilde çok daha fazla hissediyordu, çünkü bu kasaba çok uzun yıllardan beri onun yuvasıydı.

St.. Mary Mead, yani ilçenin özü sayılan eski kasaba, hâlâ mevcuttu. Mavi Domuz hâlâ yerindeydi; kilise, papazın kaldığı ev, Kırali-çe Anne’ın küçük yuvası, George devri üslûbunda yapılmış evler…

Kendi evi de onlardan biriydi. Miss Hartnell’in evi hâlâ yerindeydi, son nefesine kadar uygarlığa ve yeni gelişmelere karşı ‘koymak için mücadele eden Miss Hartnell de o evdeydi. Miss VVeatherby ölmüştü, şimdi onun evinde banka müdürü ile ailesi oturuyordu, evi de, kapılarıyla çerçevelerini açık tatlı maviye boyayarak ‘biraz eli yüzü düzgün hale sokmuşlardı. Eskiden kalma öbür evlerin de çoğunda yeni kiracılar oturuyordu, fakat yeni kiracılar, onları kendilerine satan emlâk komisyoncularının o evlerde bulunduğundan söz ettikleri «eski zaman havası »m bozmamak için hiçbir şeyi değiştirmeye kalkışmadıklarından binaların çoğunun dış görünüşü değişmemişti. Yeni kiracılar bu evlere yalnız modern birer banyo ilâve etmiş, su tesisatı için avuçla para harcamış, elektrikli ocaklar, bulaşık yıkama makineleri falan koydurmuşlardı.

Evler eskisine oranla hemen hiç farketmediği hakle, kasabanın ortasından geçen cadde için ayni şey söylenemezdi. Cadde üzerindeki dükkânlar sahip değiştirdi mi, yeni mal sahipleri derhal mağazaları ve dükkânları tamamen modern bir kafayla yeniliyorlardı. Balıkçı dükkânı, içinde dondurulmuş balıkların pırıl pırıl yattığı yeni lüks vitrinleriyle artık tanınmaz hale gelmişti. Kasap ise halâ tutucu kalmıştı.

Gerçekten de parası olan için etin daima iyi kalitelisi vardı. Paranız yoksa, daha ucuz etleri, sert incikleri alır ve onlarla yetinmek zorunla kalırdınız.

Bakkal Bames da hâlâ eski dükkânındaydı, hiçbir şeyi değiştirmemişti, Miss Hartnell ile Miss Marple ve diğerleri hergün bunun için Allaha şükrediyorlardı. Barnes çok nazik bir adamdı, tezgâhının önünde alışveriş ederken oturup şöyle rahatça dinlenebilecek cinsten koltukları vardı. Oraya oturup şöyle peynir çeşitlerinden, zeytin kalitesinden bahsetmek ne zevkli oluyordu. Yine de, caddenin sonunda, bir zamanlar Mr. Toms’un hasırcı dükkânının bulunduğu yerde de gıcır gıcır, pırıl pırıl

‘büyük bir mağaza duruyordu… Ve bu yeni mağaza St. Mary Mead’in yaşlıca hanımları için bir felâket işaretiydi.

Miss Hartnell: «İnsanın isimlerini bile duymadığı bir sürü şeylerle dolu binlerce paket,» diye söyleniyordu. «Binlerce çocuk maması. Halbuki çocuk dediğin salamlı yumurtayla doğru dürüst besle-nir. Hem sonra neymiş o, yok eline bir sepet alacaksın, gereken şeyleri arayıp bulup onun içine

dolduracaksın… bazen insanın istediği şeyi bulabilmesi için en azından bir çeyrek saat etrafına bakınıp durması gerekiyor.. Sonra bir de bakıyorsun, aradığını bulmuşsun, ama ya çok kocaman bir paket içinde, ya da çok küçük. ‘Hiçbir vakit istediğin şeyi istediğin miktarda bulamıyorsun. Sonra da alış verişini bitirdikten sonra para ödeyeceğim diye kuyruğa gir, yarım saat ayaklarına kara su insin. Müthiş yorucu ‘bir şey. Tabiî, böyle şeyler Yeni Şehir’de oturanlar için çok uygun.. »

Sözünün burasına gelince durdu.

Çünkü şimdi alışıldığı üzere söz ne zaman o noktaya gelse, cümle sona eriyordu. Bu şehrin tamamen kendisine has bir havası vardı. Başlı başına bir âlemdi Yeni Şehir.

Miss Marple öfkeyle bir çığlık attı. Yine yün örgüsünde bir «ıra atlamıştı. Hem de yeni değil, bir süre önce ördüğü bir kısımda. Ve o sırayı atladığının farkına da ancak şimdi, artık örgüyü boyun için sırayı

darlaştırmaya ve sıraları saymaya başladığı zaman farketmişti. Yedek tığlarından birini aldı, örgüyü şöyle yana, beriye, ışığa doğru tuttu, ona endişeli bakışlarla baktı. Yeni gözlükleri bile bir işe yaramıyordu.

Yine yaşlanmakta olduğunu hissetti. Öyle bir gün geliyordu ki, göz doktorları, bütün o lüks bekleme salonlarına, en modern cihazlarına, göz bebeğine tuttukları o parlak ışıklara ve istedikleri son derece yüksek ücretlere rağmen, insanın gözlerinin görme gücünü düzeltmek için fazla bir şey yapamıyorlardı.

Miss Marple, daha birkaç sene öncesine ‘kadar (pek birkaç sene öncesine kadar denilemezdi ya) gözlerinin ne kadar iyi gördüğünü hatırlayarak has-retle göğüs geçirdi. St. Mary Mead’de neler olup bittiğini gayet iyi görecek bir yerde bulunan ‘bahçesinin stratejik mevkiinden faydalanır ve keskin bakışlarından hemen hiçbir şey kaçmazdı. Ve kuş gözleme dürbünlerinin yardımıyla (ki o dürbün de ne kadar işine yaramıştı)… neler neler görmeyi başarmıştı ki… Örgüsünü orada ya-rım bıraktı, sonra düşünceleri geçmişe yöneldi. Ann Prothoroe’in sırtında incecik bir yazlık emprime, Papazın bahçesine gidişi. Ya Albay Prothoreo… zavallıcık… çok sıkıcı bir adamdı… fakat öylesine bir cinayete kurban gitmek de…

Miss Marple «Olur şey değil,» der gibi baş salladı. Sonra papazın güzel ve genç karısı Grisel-da’yı

düşünmeye başladı. Sevgili Griselda… Ne sâdık bir dosttu… Her Noel’de mutlaka bir kart yollamayı

unutmazdı. O sevimli bebeği de şimdi bayağı boylu poslu bir delikanlı olmuştu; hem de çok iyi bir

;iş tutmuştu. Mühendisti galiba, değil mi? ‘Mekanik trenlerini nasıl da söker, paramparça ederdi?

Papazın evinin ötesinde, tarlalar arasından kıvrıla kıvrıla giden bir yol ile Çiftçi Giles’in sığırları

görünüyordu… Onların da ötesinde vaktiyle meranın olduğu yerde… şimdi…

Evet, Yeni Şehir yükseliyordu orada şimdi.

Ama nesi vardı Yeni Şehrin? Miss Marple bu soruyu kendi kendine sormuştu. Gelişmenin önüne geçmeye imkân yoktu. Halk için modern evler, blok apartmanlar şarttı ve Yeni Şehrin binaları da pekâlâ gayet güzel yapılmıştı. Veya kendisine öyle söylemişlerdi. «Plânlama mı ne?» demişlerdi. Ne var ki, her sokağın isminin arkasına bir Close takmışlardı. Buna aklı ermiyordu işte Miss Marple’-in…

Tıpkı eski moda eşyayla dolu misafir odasına «oturma odası» diyen Chery Baker’in kullandığı

terimlere benziyordu bu Close’lu blok apartman sokaklarının isimleri de… Ama ne zaman «oturma odası» dese, Miss Marple daima nezaketle Cherry Baker’in hatasını düzeltir, «Misafir odası, Cherry»

derdi. Cherry de, genç ve heyecanlı olduğu için, o odadan söz ederken misafir odası sözünü hatırlamaya gayret ettiği halde, bu sözcükleri kullanmak ona zor geldiğinden olacak, her seferinde dili sürçerdi.

Miss Marple, Cherry’den çok hoşlanıyordu. Asıl ismi Mrs. Baker’di ve Yeni Şe-hir’de oturuyordu.

Cherry de böyle mağazadan alış veriş eden, St. Mary Mead’ın sakin sokaklarında hızla çocuk arabası

«üren yüzlerce genç anneden biriydi. Hepsi de zeki ve iyi tahsil görmüşlerdi. Saçları temiz ve bakımlıydı. Kahkahalarla gülüyor, konuşuyor ve sokaklarda birbirlerine sesleniyorlardı. Cıvıl cıvıl bir kuş sürüsünden farkları yoktu bu genç annelerin… Hepsinin de ‘kocaları iyi ücret aldıkları halde o sinsice herkesin bütçesini allak bullak eden taksitli alış verişler yüzünden daima para sıkıntısı çekiyorlardı.

Cherry eli çabuk ve hamarat bir ahçı ve zeki bir kızdı, telefonla gelen haberleri hatasız not ediyor, bakkalın, manavın faturalarında, defterlerinde hatalı hesaplar varsa onları sır diye bulup meydana çıkarıyordu.

Öyle Allahın günü şilteleri alt üst etmeye meraklı değildi ve bütün bulaşıkları da birden küvete doldurup hepsinin üzerine sabun tozu dökerek yıkamaktan zevk alıyordu. Onun için Cherry bulaşık yıkarken Miss Marple hiç ‘mutfak kapısından içeriye bakmamaya çalışıyordu. Miss Marple bu arada antika Worchester işi kıymetli çay takımını da ikidebir kullanılmasın diye göz önünden kaldırmış, onun yerine beyaz üzerine solu-k gri desenli ve bulaşık esnasında silinmesin diye yaldızsız modern bir servis satın almıştı…

Halbuki ne kadar farklıydı eskiden bu isler… Meselâ, o sâdık hizmetçisi Florence, o hizmetçilerin ecesi Florence… Sonra onun ardından Amp, Clara ve Alice gelmişlerdi. Hepsi de St. Faith Yetimhanesinden gelmiş zarif kızlardı, kendisinin yanında «iş öğrenmiş», sonra da başka yerlerde daha iyi ücretli işlere gitmişlerdi. Hepsi de zaman gelmiş, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuşlardı. Miss Marple onların küçük yavrularına ördüğü minicik yünlü elbiseleri sevgiyle hatırladı. O eski hizmetçileri hiçbir zaman telefonla doğru dürüst konuşmayı öğrenememiş, hele hesap ‘işlerinin içinden hiçbir vakit çıkamamışlardı. Buna karşın çamaşır yıkamayı ve yatak yapmayı çok iyi bilirlerdi. Tahsilli değildiler, sadece hünerliydiler. Ne garipti, şimdi bütün ev/ hizmetleriyle tahsilli kızlar meşgul oluyorlardı. Avrupa-dan tahsile gelmiş

•kızlar, tatildeki üniversiteli kızlar, Yeni Şehirdeki apartmanlarda oturan Cherry Baker gibi genç annel

ler çekinmeden evlerde hizmetçilik ediyor veya ona benzer işler görüyorlardı.

Tabiî, hâlâ Miss Knight gibileri de mevcuttu.

Miss Knight’i, onun üst kattaki yürüyüşüyle şömine seti üstündeki aplikler çıngırdayarak sallanınca birden hatırlamıştı. Miss Knight herhalde öğleden sonra uykusundan kalkmış, şimdi öğleden sonra yürüyüşü için sokağa çıkacaktı. Bir saniyeye kalmaz aşağıya inip Miss Marple’a kendisine kasabadan herhangi bir şey isteyip istemediğini sormaya gelirdi.

Miss Knight’i düşününce Miss Marple’in belleğinde o her zamanki tepki belirdi. Sevgili Raymond (yeğeni) şüphesiz onu kendisine yardımcı vermekle büyük bir centilmenlik örneği göstermişti ve Miss Knight’tan daha candan bir insan bulunmazdı, çünkü geçirdiği bronşit kendisini pek güçsüz bırakmıştı ve Dr. Haydock ta onun dairesinde yalnız oturmamasının, birinin mutlaka sık sık gelip ziyaret etmesinin, onunla ilgilenmesinin şart olduğunu söylemişti. Miss Marple düşüncelerinde o noktaya gelince durdu.

Çünkü «Ah, ne olur, bana yardıma gelen Miss Knigh’tan başka biri olsaydı,» diye düşündü, ama bu düşünceye devam edebilmek imkânsızdı. Bugünlerde yaşlıca hanımlar için kadere boyun eğmekten başka çare yoktu. Eski zamanın usta hizmetçileri çoktan demode olmuşlardı. İnsan gerçekten ‘hasta olduğu vakit, hastaneden profesyoneli bir hemşire getirmekten başka çâre yoktu, onlar da çok yüksek ücretler ‘İstiyorlardı. Ona rağmen bir hastabakıcı bulmak çok zordu. Veyahut ta bir hastaneye gidip yatmak gerekliydi. Fakat hastalığın o önemli devresi geçtikten sonra insan yine Miss Knight’ların ellerine kalıyordu.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Miss Krright’ların hiçbir kusurları yoktu; yalnız pek sinir bozucu insanlardı. Son derece müşfik, son derece nazik, (hastalarına karşı her an şefkat ve ilgi göstermeye hazır, onları neşelendirmeye, omlarla şakalaşmaya, onların yanında daima güler yüzlü olmaya çalışmaktaydılar.

Miss Marple, kendi kendine: «Ben,» dedi, «belki yaşlıyım, ama kafadan sakat bir çocuk değilim.»

Tam o anda, Miss Knight, her zamanki gibi derin derin soluyarak çevik adımlarla odaya girdi. Elli altı

yaşında, iri yapılı, adaleleri porsumuş bir kadındı ve sararan kır saçları gayet düzenli bir şekilde toplanmıştı. Gözlerinde gözlükler, uzun bir burnu ve bu burnun altında gayet zarif bir çift dudak ile zayıf bir çene vardı.

Hastasının moralini yükseltmek ve yaşlıların o hüzünlü havasını dağıtmak için coşkun bir neşeyle:

«Nasılsınız bakalım?» diye bağırdı. «Bir parçacık şekerleme yapmışsınızdır umarım.»

Miss Marple: «Şekerleme falan yapmadım, yün örüyordum,» diye cevap verdi, sonra sıkıntılı ve utangaç »bir ifadeyle devam etti: «Bir sıra atlamışım örgümde.»

Miss Knight: «Ah, bakın, bu haber fena!» dedi. «Eh, ne yapalım, ilk fırsatta söker, yeniden öreriz o kısmı, olmaz mı?»

Miss Marple: «Artık onu siz yaparsınız,» dedi. «Ben, ne yazık ki, yapabilecek halde değilim.»

Sesinin tonundaki hafif yakınmayı Miss Knight hiç farketme-miş gibiydi. Yine de, iri yapılı kadın, daima yardıma hazırdı.

Birkaç dakika sonra: «İşte bakın, gördünüz mü,» dedi. «Tamam, hah şöyle. Şimdi gayet rahatsınız, güzelim.»

Miss Marple, kendisine eş ve dostunun, manavdaki kadının veya kırtasiyeci dükkanındaki tezgâhtar kızın güzelim (hattâ şekerim) sözlerine muhatap olacak kadar tatlı ‘bir kadın olmasına rağmen, Miss Knight’in kendisine «güzelim» demesi fena halde sinirine dokunuyordu. ‘Bu da yaşlı hanımların, bugünün havası içinde katlanmaya zorunlu oldukları bir diğer konu idi. Miss Knight’a kibarca teşekkür etti.

Miss Knight, gayet neşeli: «Eh, ben de artık şöyle ‘biraz yürüyüşe çıkıyorum,» dedi. «Ama fazla sürmez, döneceğim.»

Miss Marple, içtenlikle: «Dönmek için acele etme,» dedi.

«Ama ne olursa olsun, sizi burada böyle yalnız başınıza bırakmak istemem, güzelim. Belki bir sıkıntınız falan olur.»

Miss Marple: «Sizi temin ederim ki, halimden çok memnunum,» dedi. «Biraz halsizliğim üstümde.»

Gözlerini yumdu. «Biraz şekerleme yapsam fena olmayacak.»

«Hah şunu hileydiniz, güzelim. Çarşıdan almamı istediğiniz herhangi bir şey var mı?»

Miss Marple gözlerini açtı, düşündü.

«Longdon’a uğrayabilirseniz bakın bakalım, perdeler hazır olmuş mu? Mrs. Wilay’den de bir çile mavi yün alırsanız, memnun olurum. Eczaneye de bir uğrayıverin, bir kutu hap daha alın bana mümkünse.

Sonra kütüphaneye uğrayıp kitabımı da değiştiriverin… fakat sakın yerine benim listemde olmayan kitaplardan birini alayım demeyin. Son kitap berbattı. Okumaya bile dayanamadım.»» Sonra İlkbahar Uyanıyor adlı kitabı yanındaki masadan alarak Miss Knight’a uzattı.

«Ah, rica ederim. Hoşunuza gitmedi mi bu kitap? Halbuki ben çok seveceğinizi sanmıştım. Ne kadar tatlı bir romandı.»

«Ve şayet, sizin için pe

k yorucu olmazsa, lütfen Halletlere kadar da uzanıp şu eski usûl yumurta çırpacak tellerinden var mı, bakar mısınız?»

(Miss Marple Halletlerde, sipariş ettiği çeşitten yumurta çırpacağı olmadığını biliyordu, fakat Miss Knight’tan mümkün olduğu kadar uzunca bir zaman kurtulmak istediği için onu ana caddenin er»

sonunda bulunan Halletler’a kadar yolluyordu.)

«Tabii bütün bunların hepsi sizi fazla yoracak olursa…» diye mırıldandı.

Miss Knight belirgin bir içtenlikte cevap verdi: «Ne ilgisi var, aksine memnun olurum.»

İşte Miss Knight bunun üzerine pencerenin önünde koltuğuna kurulmuş, huzur içinde gözlerini yummuş, dinlenen zayıf, yaşlı hanıma son bir defa baktıktan sonra, odadan çıktı.

Miss Marple, Miss Knight filesini, çantasını veya bir mendilini falan unutup ta (ki her şeyini orada burada unutur ve üç, beş dakika sonra da hatırlayıp) dönüp geri gelebilir diye ‘hemen gözlerini açtı, ayağa fırladı, örgüsünü bir kenara fırlattığı gibi kararlı adımlarla odayı geçti, hole çıktı. Derhal yazlık mantosunu askıdan aldı, holdeki bastonluktan da bir baston çıkardı, kalın ‘keçe terliklerinin yerine ayağına alçak topuklu bir çift sağlam ayakkabı geçirdi. Sonra evin yan taraftaki kapısından dışarı çıktı.

Kendi kendine: «Miss Knight, caddenin nihayetine kadar gidip bütün istediklerimi alana kadar en azından bir yarım saat geçer,» diye düşündü. «En azından o kadar sürer… Şu saatte bütün mağazalar kalabalıktır. Yeni Şehirde oturanlar hep bu saatte alış verişe çıkarlar.»

Miss Marple, bir an Miss Knight’ın perdeler ipin Longdon mağazasına uğradığını düşündü. Onun hakkında yürüttüğü tahminler akıllara durgunluk verecek kadar başarılı olurdu. Miss Knight şu anda mutlaka: «Tabii, ben daha hazır olmadıklarını zaten biliyordum.

Yine de bir uğrayayım dedim, çünkü ihtiyar hanımefendi ısrarla perdeleri soruyor. Zavallı

ihtiyarcıklar, artık hayattan o kadar az ümit edecek şeyleri kaldı ki. İnsan onların gönüllerini hoş etmeye bakmalı. Üstelik o kadar da tatlı bir hanım ki. Tabii, ihtiyarladığı için biraz şaşkınlığı var, ama başka ne beklenebilir ‘ki bu yaşta?… Bütün organları körleniyor insanın. Ah, bakın, şuradaki kumaşa diyecek yok.

Acaba başka rengi de var mı onun?» diye konuşmakla vakit geçiri-yordur.

‘Bu şekilde hoş bir yirmi dakika geçecekti. Miss Knight sonunda mağazadan ayrıldığı zaman, baş

tezgâhtar kıs kıs gülerek: «Miss Marple ihtiyarlıyormuş ha?» diye ‘burun ‘kıracaktı. «Gözlerimle görmeden dünyada inanmam. Miss Marple ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, zehir gibidir. Ben daha onun bir gün olsun gözünden bir şey kaç-tığını görmedim.» Sonra tezgâhın önünde duran daracık pantalonlu ve sırtında branda bezinden bluz olan bir genç kadına gidecek, onun istediği üzerinde yengeçler bulunan plâstik banyo perdesini aramaya başlıyacaktı.

Miss Marple, bir insanı geçmişte tanıdığı bir başkasıyla kıyaslarken duyduğu hazla, kendi kendine:

«Evet, bana onu hatırlatıyor, Emily Waters’i hatırlatıyor,» dedi. «Aynen onun gibi kuş beyinli.» Acaba Emily ne olmuştu? Herhalde, pek bir şey olmamıştı hayatında. Bir defasında, bir papazla nişanlanmasına ramak kalmıştı, fakat senelerce süren ve anlayış içinde geçen bir nişanlılık devresinden sonra (iş suya düşmüştü. Miss Marple kendisine vaktiyle hem dadı-Irk, hem hemşirelik eden yardımcısını aklından çıkardı, etrafıyla ilgilenmeye başladı.

‘Bahçeyi hızla geçmiş, yalnız gözünün ucuyla Laycock’un eski gülleri pek fazla budamış olduğunu görmüştü, ama yine de bu manzaranın keyfini kaçırmasına izin vermedi. Şimdi kendi başına güzel bir gezintiye çıkmıştı. ‘Hiçbir şeyin neşesini gölgelemesine müsaade etmeyecekti. Tatlı bir maceraya atılıyormuş gibi bir heyecan vardı içinde. Sağa saptı, papazın evinin bahçe kapısından girdi, öbür kapıdan çıktı. Bir zamanlar eski kapının bulunduğu yerde şimdi asfalt yola çıkan demir bir kapı vardı. O kapıdan çıkınca bir derenin üzerinden geçen minicik bir köprüye geliniyordu, o köprünün öbür yakasında bir zamanlar meranın bulunduğu yerde şimdi Yeni Şehir yükseliyordu.

2

Miss Marple, yeni bir dünya keşfine çıkan bir Columbus heyecanıyla köprüyü geçti, daracık patika üzerinden yola devam etti; dört dakika sonra Aubrey Close’a gelmişti.

Tabii, Miss Marple Yeni Şehir’i, onun hep isimlerinin sonunda Close kelimelerini taşıyan blok apartmanlarını, televizyon antenlerini, mavi, pembe, sarı ve yeşil boyalı kapıları ve pencereleriyle gayet düzgün bir şekilde inşâ edilmiş bahçeli evlerini Market Basing Yolun’dan görmüştü. Fakat Yeni Şehir kendisi için o güne ‘kadar sadece harita üzerindeki bir şehir ne ifade etmişse aynen öyle kalmıştı. Yeni Şehre hiç gelmemiş, içinde dolaşmamıştı. Ve şimdi de nihayet o mahalleye ayak basmıştı, yerden mantar gibi ‘biten bu cesur yeni dünyayı, her şeyiyle o güne kadar bildiği âlemin yabancısı bu dünyayı dikkatle inceliyordu. Yeni Şehir, çocukların oyuncak tuğlalarıyla inşâ edilmiş gelişmiş bir maketi andırıyordu.

‘Miss Marple’a bir rüya âlemi gibi geliyordu orası…

İnsanları da bir rüya âleminin insanları gibiydi Yeni Şehir’in. Daracık pantolon giymiş genç kadınlar, sert bakışlı delikanlılar ve oğlanlar. İri göğüslü henüz on beş yaşında kızlar. Miss Marple bütün bunların gerçekten çok çirkin şeyler olduklarını düşünmekten kendini alamıyordu. Kendi başına bastonuna dayana dayana metin adımlarla yürürken kimse kendisine dikkat etmemişti. Aubrey Close yolundan çıkıp döndü, şimdi Darlangton Close’daydı. Ağır ağır yürüyordu ve yürürken de bebek arabalarını süren annelerin, genç erkeklere seslenen kızların, ve birbirlerine korkunç kelimelerle hitap eden sert bakışlı meşin ceketlilerin aralarındaki konuşmaları dinliyordu. Anneler apartman kapılarının önüne çıkarak, her zamanki gibi, kendilerine yapmamaları tembih edilmiş şeylerle uğraşan çocuklarına sesleniyorlardı. Şu

çocuklar da hiç değişmiyorlardı. Allaha şükretmek lâzımdı bunun için.

Sonra Miss Marple gülümsemeğe ve alışılmış benzerlikleri seri halinde hafızasına kaydetmeğe başladı.

İşte bu kadın tıpkı Carry Edwards’u andırıyordu -şu esmeri de hık demiş, o Hooper’lerin kızının burnundan düşmüştü- Mary Hooper nasıl yuvasını kendi elleriyle yıktıysa şu esmerin de öylesine yıkaca-

ğından hiç şüphesi yoktu. Şu oğlanlar.. esmer olanı tıpkı Edvvard Leeke’ydi. . Çılgınca şeyler söylüyordu, fakat zararsız bir insandı. Hattâ gerçekte kibar çocuktu… şu sarışını da Mrs. Bedwell’in Johs’unun tıpatıp kopyasıydı. İkisi de kibar çocuklardı. Gregory Binns’e benzeyen oğlanın pek sağlam bir ayakkabı

olmayacağı belliydi. Muhakkak o da ötekininki gibi bir ananın çocuğuydu.

Bir köşeyi dönerek Walshingam Close’a saptı. Her saniye morali biraz daha düzelmeye başlamıştı.

Miss Marple, Yeni Şehri ‘keşfetmek arzusu ile boyuna köşeler dönerek bir sokaktan ötekine saptığı için nerede bulunduğunu şaşırmış gibiydi; tekrar o yeni mahallenin kenarına çıkmıştı. Şimdi Croinsbrook Close’daydı ki, bu mahallenin yarısı henüz «inşâ halindeydi. Hemen hemen yeni bittiği her halinden belli bir binanın birinci katındaki bir balkon penceresinde genç bir çift yan yana, ayakta duruyorlardı. Katla ilgili bazı konulardan bahsederlerken sesleri aşağıya Miss Marple’a kadar geliyordu.

«Gayet güzel bir yerde, kabul etmelisin, Harry.»

«Öbürü de ‘bunun kadar güzeldi.»

«Ama bunun fazladan iki odası daha var.»

«İki oda demek fazladan iki odalık eşya masrafı demektir.»

«Ama, ben bunu beğendim.»

«Ona ne şüphe.»

«Ahh, hep keyfimi kaçırırsın. Annem ne dedi, unuttun mu?»

«Annen durmadan bir şeyler söyler, çenesi hep işler.»

«Rica ederim, annemin aleyhinde ileri geri konuşma. O olmasa ben ne olurdum? İsteseydi senin başına çok daha büyük işler aça-bilirdi, bunu da bilesin. Seni mahkemeye bile verebilirdi.»

«Ah, bırak bu lâfları Allah aşkına, Lily.»

«Buradan tepelerin çok hoş bir manzarası var. İnsan bakınca ta…» Eğildi, vücudu sola doğru alabildiğine büküldü. «Buradan bakınca tâ su haznesine kadar her yer görülüyor…»

Genç kadın biraz daha eğildi, şimdi balkon kapısının eşiği üzerine konulmuş ve hiçbir yere çivilenmemiş serbest duran tahtaların üzerine bütün ağırlığıyla basmakta olduğunun farkında değildi.

Sonra tahtalar ağırlığının altında ileri doğru kaydı, onu da beraber kaydırdı. Dengesini bulmak için çırpınarak bir çığlık attı.

«Harry…»

Genç adam hiç kımıldamadı… karısının bir, iki karış gerisinde duruyordu. Aksine geri geri çekildi.

Genç kadın elleriyle umutsuzca duvarı kavrayarak dengesini bulmayı başardı.

«Ooo!» Korkuyla nefesini saldı. «Neredeyse düşüyordum. Neden tutmadın beni?»

«O kadar âni oldu ki., Hem sonra toparlandın, gürültüye gerek yok.»

«Sen öyle bil. Düşmeme ramak kaldı, diyorum sana. Şu bluzumun önüne de bek, ne hale geldi.»1

Miss Marple biraz daha yürüdü, sonra içinden gelen bir hisle aniden geri döndü.

Lily şimdi yola çıkmış, nişanlısı olacak genç adamın evin dış kapısını kilitlemesini bekliyordu.

Miss Marple doğruca genç kadına gitti, çabucak ona hafif sesle şunları söyledi:

«Ben sizin yerinizde olsam, şu delikanlıyla dünyada evlenmezdim, kızım. Siz başınız darda kalınca, bir tehlikeye girince güvenebileceğiniz birini istiyorsunuz. Böyle konuştuğum için beni bağışlayın, fakat şahsen bu hususta uyarılmanız gerektiğine inanıyorum…»

Sonra dönüp yoluna devam etti. Lily onun arkasından ağzı açık baka kalmıştı.

«Bu da ne biçim iş. Al…»

«Genç adam Lily’ye yaklaştı.

«Ne söyledi o kadın sana, Lily?»

Lily, konuşacak gibi oldu… sonra sustu.

«Gerçekten bilmek istiyorsan söyleyeyim… Çingene falcı beni nasıl uyardıysa, o da aynı şeyi yaptı.»

Sonra düşünceli bir edayla genç adamı süzdü.

Miss Marple bir an önce oradan uzaklaşmak için hızla bir köşeyi döndü ve birden yol ortasındaki bir taşa takılarak düştü.

Ayni anda yan taraftaki evlenin birinden bir kadın koşarak dışarı fırladı:

«Ah, hanımefendi, ne kötü düştünüz. İnşallah bir yerinize bir şey olmamıştır.»

Sonra aşırı bir sevgiyle Miss Marple’ı kucakladı, çekerek onu ayağa kaldırdı.

«Kırık mırık bir yeriniz yoktur umarım. İşte ayağa kalktık. Sinirleriniz herhalde bir hayli sarsılmış

olmalı.»

Sesi gayet yüksek ve dostaneydi. Kırk yaşlarında kadar, kumral saçları kırlaşmaya başlamış ve mavi gözlüydü; Miss M’arple’in keskin bakışlarına normalden fazla parlak gelen bembeyaz dişlerle dolu ağızlı, tıknaz, tombulca bir kadındı.

«İçeri buyursanız da biraz oturup istirahat etseniz, iyi olurdu. Size bir fincan çay yaparım.»

Miss Marple kadına teşekkür etti. Sonra kendini onun arzusuna bıraktı, mavi boyalı bir kapıdan geçtiler, parlak ‘kreton *örtülü koltuklar ve divanlarla dolu ufak bir odaya girdiler.

Kurtarıcısı onu yastıklarla dolu bir koltuğa oturtarak: «İşte geldik,» dedi. «Siz şurada sakin sakin oturun, ben çaydanlığı ocağa koyayım.»1

Tombul kadın hızla odadan çıktı. Onun gidişinden sonra odaya oldukça derin bir sessizlik çökmüştü.

Miss Marple derin bir nefes aldı. Hiçbir tarafı incinmemiş, berelenmemişti, ama düşüş kendisini hayli sarsmıştı. Bir suçluluk hissiyle, şansı yardım ettiği takdirde Miss Knight’ın bu işten haberi bile olamayacağını düşündü. Kollarıyla bacaklarını hafif hareketlerle oynattı. Kırık mırık hiçbir şeyi yoktu.

Eve kadar kazasız belâsız gidebilirse… Belki de, bir fincan çay içtikten sonra hiçbir şeyciği kalmayacaktı…

Ve daha bu düşünce zihninden çıkmadan çay geldi. Kurtarıcısı bir fincan çayı bir tepsi içinde getirdi, tepsinin üzerindeki ufak bir tabakta da şekerli dört tane bisküvi vardı.

«Buyurun bakalım.» Tepsiyi onun önündeki ufak bir masanın üzerine yerleştirdi. «Fincanınıza çayınızı

koyayım mı? Şekeri bolca koysanız daha iyi edersiniz.»

«Şeker istemem, teşekkür ederim.»

«Ama şekere ihtiyacınız var. Şok geçirdiniz. Ben harpte Avrupa’da ambulanslarda çalıştım. Biraz bilirim. Şeker şoka birebir gelir.»

Kadın fincanın içine dört kesmeşeker koydu, sonra çayı hızla karıştırdı. «Şimdi söyle geriye yaslanın, biraz sonra hiçbir şeyiniz kalmayacak, eminim.»

Miss Marple kadının emirlerine boyun eğdi.

«Müşfik bir kadın,» diye düşündü. «Bana birini hatırlatıyor ama… acaba kimi?»

Gülümseyerek, «Bana çok iyi devrandınız,» dedi.

«Ah, böyle şeylerin lâfı bile olmaz. Ben herkesin yardımına koşan minicik bir iyilik meleğiyim.

İnsanlara yardıma bayılırım.» Dış kapının kilidi gürültüyle açıldığı sırada pencereden dışarı baktı. «Ah, işte kocam da geldi. Arthur… Bir misafirimiz var.»

Evin holüne gitti, sonra yanında Arthur dediği kocasıyla döndü. Adamın hayli şaşkın bir hali vardı.

Zayıf, solgun benizli ve çok ağır konuşan bir adamdı.

«Bu hanımefendi yolda düştü… tam ‘bahçe kapımızın önünde. Ben de tabii onun üzerine kendisini içeri aldım.»

«Karınız son derece kibar bir hanım…»

«Heather böyle şeylerden, herkese yardım etmekten hoşlanır.» Sonra ona merakla baktı. «Bu taraflarda bir yerden mi geliyorsunuz?»

«Hayır, şöyle bir gezintiye çıkmıştım. St. Mary Mead’de oturuyorum. Hemen papazın evinin arka tarafında. İsmim Marple.»

Heather: «Öyle mi?» diye bağırdı. «Demek Miss Marple sizsiniz? Adınızı çok işittim. Şu cinayetleri işleyen sizsiniz ha?»

«Heather! Ne biçim bir söz bu?»

«Aman canım, ne demek istediğimi biliyorsun. Cinayetleri falan işleyen demek istemedim… cinayet suçlularını bulan yani. Öyle değil mi?»

Miss Marple bir, iki defa elinde olmadan bazı

cinayet araştırmalarına isminin karışmış olduğunu mırıldandı.

«Bu kasabada bir takım cinayetler olmuş diye duydum. Geçen gece Bingo Kulübünde bahsediyorlardı. Biri Gossing Hall’da olmuş. Ben cinayet işlenmiş ‘bir evi katiyen satın almam. Muhakkak perili falandır.»

«Cinayet Gossington Hall’da işlenmedi. Başka yerde işlenmiş, sonra ceset oraya getirilmiş.»

«Kütüphanede şömine önündeki halının üzerinde yatıyormuş. Öyle diyorlardı.»

Miss Marple başıyla onun sözlerini onayladı :

«Duydunuz mu? Belki de o cinayetin bir filmini bile çevirecekler. Belki de Marina Gregg, Gossington Hall’u sırf onun için satın aldı.»

«Evet. Marina Gregg’le kocası. Kocasının ismini unuttum… zannedersem ya bir prodüktör veyahut ta rejisör falan. Göbek adı Jason ama soyadını unuttum. Jason bilmem ne. Ama Marina Gregg gerçekten güzel bir kadın, öyle değil mi? Evet, son yıllarda pek film çevirmedi ama, uzun zamandır hasta yatıyordu. Fakat bana kalırsa yine de onun gibi ikinci bir artist daha yoktur. Carmanella filminde gördünüz mü onu? Ya Aşkın Bedeli’nde, ya İskoçya Kraliçesi Mary’-de? Artık eskisi gibi genç değil, fakat yaşadığı sürece daima yıldız bir artist olarak ‘kalacak. Ben ona bayılırım. Çok eskiden beri hayranıyım.

Çocukken rüyalarıma girerdi. Hayatımda yaşadığım en heyecanlı gün de Bermuda’da St. Johns Ambulans Birliklerine yardım “için büyük bir revü temsil edildiği gündür. Revüyü açmaya Marina Gregg gelmişti. Ben heyecandan deli gibiydim. Sonra tam temsil günü kırk derece ateşle yatağa düşmeyeyim mi. Doktor, «Kesinlikle gidemezsiniz!» dedi. Ama dinler miyim? Sonra kendimi pek hasta da hissetmiyordum. Onun için kalktım, yüzüme rengimin solgunluğu belli olmasın diye ‘bol bol makyaj yaptım, doğruca temsile gittim. Beni ona takdim ettiler, benimle üç dakika kadar konuştu. Sonra bana hatıra olarak imzasını verdi. Fevkalâde idi. O günü ömrüm oldukça unutmayacağım.»

Miss Marple kadına hayretle baktı.

Endişeyle: «İnşallah. . sonradan hasta hasta yataktan kalkıp temsile gittiğiniz için… durumunuz kötüleşmemiştir?» dedi.

Heather Badcock bir kahkaha attı:

«Ne münasebet! Kendimi hayatımda hiçbir zaman o günkü kadar zinde hissetmedim. Bildiğim bir şey varsa, insan bir şeyi isteyince onu elde etmek için her tehlikeyi göze almalı. Ben daima alırım.»

Tekrar güldü. Mutlu .bir kahkahaydı bu.

Arthur Badcock hayran hayran konuştu: «Dünyada Heather’i durdurabilecek hiçbir şey yoktur Daima her istediğim elde eder.»

Miss Marple birdenbire hatırlayarak memnun bir baş ifadesiyle, «Alison WiIde,» diye mırıldandı.

Mr. Badcock: «Affedersiniz, bir şey mi dediniz?» diye sordu.

«Hayır. Tanıdığım birini hatırladım da.»

Heather ona soran bir şekilde baktı:

«Bana bir tanıdığımı hatırlattınız da ondan.»

«Öyle mi?. Umarım kibar bir hanımdır.»

Miss Marple ağır ağır: «Hakikaten çok kibar bir hanımdı,» dedi. «Müşfik, altın ‘kalpli, zinde, sıhhatli ve bayat dolu.»

Heather: «Fakat aminim onun da kendine göre bir takım kusurları vardı,» dedi. «Benim vardır şahsen.»

«Alison bir şey hakkında fikir beyan ettiği zaman, o şeyi kendi açısından o ‘kadar net bir şekilde görürdü ki, o şeyin başkalarına nasıl görünebileceğini veya ne etki yapabileceğini hiç düşünmezdi.»

Arthur Badcock karısına döndü: «Tıpkı senin şu yıkılmasına karar verilen gecekonduda oturdukları

sırada evlerinden atılan aileyi evimize talisin gibi,» dedi. «Hepsini misafir etmiştik, sonra da giderken bütün gümüş çay takımlarımızı da götürmüşlerdi.»1

«Ama Arthur… onları sokakta bırakamazdım. Doğru bir hareket olmazdı bu.»

Mr. Badcock, üzgün bir şekilde: «Kaşıklar da ata yadigârıydı.» dedi. «George devrinde yapılmıştı.

Annemin büyük annesinden kalmaydı.»

«Ah, rica ederim o kaşıkları unut artık, Arthur. ‘İkidedir hatırlatıyorsun hep.»

«Ben hiçbir şeyi kolay kolay unutamam, şekerim.»

Miss Marple adama dalgın dalgın baktı.

Miss Marple’ın kurtarıcısı, ‘Heather yakın bir ilgiyle: «Peki, bana benzettiğiniz o tanıdığınız şimdi ne yapıyor?» diye sordu.

Miss Marple cevap ve

rmeden önce, ‘bir saniye duraladı, sonra konuştu:

«Alison Wilde mi?.. Ah… öldü »

3

Mrs. Bantry, «Memleketime döndüğüm için memnunum,» dedi. «Tabi, “buradan uzakta geçirdiğim senelerimin de kötü geçtiğini söyleyemem. Çünkü fevkalâde bir hayat yaşadım.»

Miss Marple dostunun sözlerini bir baş işaretiyle onayladı, sonra onun uzattığı bir fincan çayı aldı.

Birkaç sene evvel kocası Albay Bantry öldüğü zaman, Mrs. Bantry Gossington Hall ile ona bağlı bir hayli geniş araziyi satmış, yalnız Doğu (Köşkü’nü kendi için bırakmıştı. Doğu Köşkü gayet sevimli, kuş

yuvası “gibi, ufacık bir binaydı, ama birçok eksiklikleri olduğu için bir bahçıvan bile orada oturmayı

reddetmişti. ‘Mrs. Bantry o küçük (köşke modern hayatın gereği olan yenilikleri, en son model gömme* bir mutfağı, ana su borularından yeni bir su tesisatı ilâve etmiş, elektrik getirtmiş ve modern bir de (banyo yaptırmıştı. Bütün bunlar bir hayli masraflı olmuştu, ama Gossington Hall’de yaşamaya devam etseydi, muhakkak ki, ona çok daha tuzluya oturacaktı. Ayrıca ‘kimse tarafından rahatsız edilmeden kendi dünyasında yaşayabilmek için de önlem almış, evin etrafında çepeçevre ağaçlarla çevrili zarif bir de bahçe bıraktırmıştı. Onun içindir ki, «Hiç olmazsa içim rahat,» diyordu. «Gossington’a ne yaparlarsa yapsınlar şu ağaçlar sayesinde gözüm görmeyecek, üzülmeyeceğim.»

Mrs. Bantry son birkaç senesinin ‘büyük bir kısmını uzaklarda seyahatle, dünyanın çeşitli bölgelerinde oturan çocuklarını ve torunlarını gezerek geçirmiş, arada bir de kendi evine çekilerek başını dinlemek ve rahat yaşamak fırsatını bulmuştu. Sattığı günden beri Gossington Hail da bir iki el değiştirmişti. Önceleri

!bir pansiyon şeklinde işletilmişse de tutmamıştı. Bunun üzerine dört kişi orasını ortaklaşa almış ve kabataslak dört ayrı daireye bölerek birlikte kullanmış, fakat neticede geçinemeyip kavga etmişlerdi.

Nihayet Sağlık Bakanlığı ne olduğu da pek anlaşılmayan bir iş için orasını satın almış ve bir süre sonra Bakanlık da orasını kullanmaktan vazgeçmişti. Bakanlık binayı tekrar satmıştı., ve şimdi iki dostun sohbetlerine konu olan da bu son satıştı..

Miss Marple: «Tabii, birçok dedikodular geldi kulağıma,» dedi.

Mrs. Bantry: «Tabi,» dedi, «Hattâ Charle Chaplin’le çocuklarının buraya gelip oturacakları bile söyleniyordu. Gelseydiler gerçekten çok hoş olurdu. Ne yazık ki, bu söylentilerde hiçbir gerçek payı yok.

tu. Sonunda Marina Gregg’le son kocasına kısmetmiş.»

Miss Marple göğüs geçirdi: «Ne kadar sevimli bir kadındı» dedi. «Onun ilk filmlerini daima hatırlayacağım. O yakışıklı Joel Robertsle birlikte Göçmen Kuşlar’ı çevirmişti. Sonra o İskoçya Kraliçesi Mary’ye dair filmi. Tabii, pek hissi ‘bir filmdi, fakat Hasat Sonu filmini de çok beğenmiştim. Ah şekerim, seneler geçti o filmlerin üzerinden.»

Mrs. Bantry: «Evet,» dedi. «Marina Gregg şimdi… ne dersin? Herhalde kırk, beşinde falan olmalı

değil mi? Hattâ ellisinde?»

Miss Marple, Marina Gregg’in ellisine yakın olduğuna emindi.

«Son zamanlarda film falan çevirdi mi? Artık sinemaya eskisi kadar gitmiyorum da.»

Mrs. Bantry: «Yalnız ufak tefek bazı rollere çıkıyor, sanırım.» dedi. «Bir hayli zamandır yıldız rollerinde oynamadı. Önemli bir sinir krizi geçirmişti. Şu son boşanmasından sonra.»

Miss Marple: «Ne kadar da çok koca değiştiriyorlar,» dedi. «Herhalde bir hayli yorucu bir iş olmalı bu.»

Mrs. Bantry: «Ben yapamam bu işi,» dedi. «Birini sev, onunla evlen, onun huyuna suyuna alış, rahat bir hayat yaşamaya başla… sonra da onu bırak, bir yenisiyle aynı şeye yeniden başla. Düpedüz çılgınlık bu.»

Miss Marple, bir kart kız öksürüğüyle: «Hiç evlenmedim ki, Onun için bu konuda bir şey söyleyemem.» dedi. «Fakat biliyor musunuz, çok yazık.»

Mrs. Bantry, biraz da şüpheci bir şekilde: «Herhalde başka türlü davranmak ellerinde değil,» dedi.

«Öyle bir hayat yaşamak zorundadırlar ki… Hayatlarının en gizli yönleri bile dünyanın gözleri önünde.

Bütün dünya onlarla-a ilgileniyor. Onunla tanıştım,» diye ekledi. «Marina Gregg’le demek istiyorum.

Kaliforniya’da iken.»

«Nasıl bir kadın?» Miss Marple bunu ilgiyle sormuştu.

Mrs. ‘Bantry: «Çok sevimli,» diye cevap verdi. «Yapmacıksız. Son derece tabii ve hiçbir şımarıklığı

yok. Öyle hareket etmeye alışmış. Ya hakkında duyduklarımız, o içkili partiler, eğlenceler… Sanırım zorunlu olduğu için karıştı onlara.»

Miss Marple: «Beş kere evlenmiş, değil mi?» diye sordu.

«En azından. İlk kocası basit biriydi. Sonra bir ecnebi prensle mi, Kontla mı ne evlendiydi, sonra da bir

film yıldızıyla evlendi. Robert Truscott’tu zannederim, öyle değil mi üçüncü kocası? Büyük bir aşk olarak gazetelerde aylarca işlenmişti o konu. Fakat sadece dört yıl sürdü. Sonra da Marina piyes yazarı

İsidore Wright ile evlendi. O evliliği çok ciddî ve sessiz sedasız olmuştu: Ondan bir bebeği de oldu…

senelerdir bir bebek dünyaya getirmeyi ister dururdu… batta bebeği olmuyor diye birkaç yetimi evlât ta edinmişti., neyse, bu seferki gerçekti. Kendi yavrusuydu. Sonra da, zannedersem, çocuğun aptal mı, sakat mı, ne olduğu meydana çıktı… işte Marina Gregg o müthiş sinir buhranına yavrusunun sakat olduğu anlaşılınca kapıldı. ‘Uyuşturucu maddeler falan almaya başladı. Ondan sonra filmlerde oynamayı

da bıraktı.»

Miss Marple: «Onun hakkında her şeyi biliyor gibisin,» dedi.

Mrs. Bantry: «Eh, tabii,» dedi. «Gassington’u aldığı zaman tabii ilgilendim. Marina Gregg şimdiki kocasıyla da iki sene evvel evlendi. Şimdi tamamen iyileşmiş diyorlar. Kocası zannedersem bir prodüktör… yoksa rejisör mü?.. Her zaman karıştırırım bu ikisini… Marina Gregg’e genç kızlığında aşıkmış, ama o zamanlar ünlü bir kimse olmadığı için Marina ona yüz vermemiş. Fakat şimdi, sanırım çok meşhur bir filmci. İsmi neydi bakayım? Jason bilmem ne ama.. Jason Hudd, hayır, Rudd, tamam Rudd. Gossington’u almalarına sebep ise, yeni stüdyolara çok yakın olmasıymış. Yeni stüdyolar da Hellingforth’ta. Market Basing yolundan on kilometre uzaklıkta. Marina, Avusturya Kraliçesi Eliza bet’in hayatına ait bir film çevirmeye hazırlanıyormuş, zannederim.»

Miss Marple: «Film yıldızlarının özel hayatları hakkında ne kadar çok bilgin var,» dedi. «Bütün bunları Kaliforniya’da mı öğrendin?»

Mrs. Bantry: «Hepsini değil, dedi. «Doğrusu bütün bunları kuaförümde saçlarımı yaptırırken okuduğum birbirinden ilginç dergilerde okudum. Yıldızların çoğunun .isimlerini bile bilmem, ama Marina Gregg’le kocası Gossington’u aldıkları için, tabii yakından ilgilendim. Yine de bütün o yazılanların yarısının bile doğru olduğunu sanmıyorum. Bir defa Marina’nın seks arzularının esiri bir manyak olduğuna inanmıyorum. Alkolik olduğuna da inanmıyorum, belki uyuşturucu maddeler kullanmakta olduğuna dair çıkarılan söylentiler bile doğru değil. Uzaklara gitmesinin de nedeni dinlenmek olabilir.

Sinir krizleri geçirdiği de sanırım yalan olmalı… fakat yakında gelip bundan böyle St. Mary Mead’de oturacağı doğrudur.»

Miss Marple: «Haftaya geliyormuş diye duydum,» dedi.

«O kadar çabuk ha? Gossington’u. ayın yirmi üçünde St. John’s Sağlık Derneği yardım için düzenlenen büyük bir balo dolayısıyla bir tertip heyetine bırakacak, Marina de, evde büyük değişi klikler yapmış

galiba?»1

Miss Marple: «<Ne yapmadılar ki,» dedi. «Evi yıkıp yemden inşa etseler çok, ama çok daha ucuza malolurdu onlara.»

«’Banyo falan yapmışlar, değil mi?»

«Hem de altı ayrı banyo yapmışlar. Ayrıca palmiyelerle süslü bir (bahçe. Büyük Bîr yüzme havuzu da yaptırmışlar. Manzarayı seyretmek için gayet geniş pencereler açmışlar ve kocanın çalışma odasıyla kütüphaneyi de bozup ikisini bir tek büyük müzik salonu haline getirmişler.»

«’Arthur mezarında dönüyordur. Müzikten ne kadar nefret ederdi, bilirsin.» Durdu, sonra aniden:

«Hiç Gossington’un perili olduğunu ima eden falan oluyor mu?»

Miss Marple «hayır» anlamında başını salladı.

Mrs. Bantry: «Yine de elin ağzı torba değil, söyler,» diye mırıldandı.

«’Kimse öyle bir şey söylemedi.» Miss Marple durakladı, sonra ekledi. «Halk budala değildir, bilirsin.

Özellikle küçük kasabaların halkı..»

Mrs. Bantry ona dönerek. «Sen bu düşüncende eskiden beri ısrar edersin, Jane. Ve haksızsın diyemeyeceğim.»

Sonra birdenbire gülümsedi:

«Marina Gregg, bana bir zamanlar gayet nazikâne, gayet kibarca. «Evinizde yabancıların oturduğunu görmek size acı vermeyecek mi?» diye sordu. Kendisine bunun beni zerre kadar incitmeyeceğini anlattım.

Fakat bana pek inandığını sanmıyorum. Ama nihayet, sen de bilirsin, Jane, Gossington bizim yuvamız değildir. Bir defa orada (büyümüş değildik, çocukluğumuz orada geçmemişti… bir evde önemli olan da odur. Hem sonra o ev çok büyüktü, dört uşak ve hizmetçiyle bile bakımı çok güçtü. Üstelik o merdivenleri…» Birdenbire durdu, merakla sordu: «Merdiven dedim de hatırıma geldi. Düşmüşsün diye duydum, nedir o hikâye öyle? O Knight olacak kadın serti yalnız başına dışarı bırakmamalıydı.»

«O zavallıcığın bir kabahati yok. Onu çarşıda bir sürü işe yollamıştım, sonra da kendim…»

«Yani onu kasten evden uzaklaştırdın, öyle mi? Anlıyorum. Neyse, yine de yapmamalıydın, Jane. Bu yaşta böyle şeylere kalkışmamalısın.»

«Ama nereden duydun benim düştüğümü kuzum?»

Mrs. Bantry sırıttı:

«St. Mary Mead’de hiçbir sır saklı kalmaz. Bu sözü sen kendin bana kaç defa söylemişindir. Haberini Mrs. Meavy’den aldım.»

«Mrs. Meavy’den mi?» Miss Marple bakışlarını denizden tarafa çevirdi.

«Her gün benim evime hizmetçiliğe gelir. Kendi Yeni Şehir’de oturuyor.» Duraladı, sonra merakla sordu: «Ama sen Yeni Şehir’de ne arıyordun?»

«Nasıl bir yer, meraklanıp görmeye gittim. Daha doğrusu orada oturan i nsanları merak ettim.»

«Peki, nasıl buldun insanlarını?»

«Herkes gibi, başkaları gibi. Bu sözlerim hayâl kırıklığı mı yaratır, yoksa itimat mı verir, bilmiyorum.»

«Herhalde hayâl kırıklığına uğratır insanı.»

«Hayır. Bana kalırsa itimat verici bir söz bu. İnsan bu sayede… nasıl diyeyim… bazı tipleri tanıdığı

insanlara benzetiyor… Bu sebeple de herhangi bir şey olduğu zaman… o şeyin nasıl ve ne sebepten ortaya çaktığını çok iyi anlıyor.»

«Bir şey olmaktan kastın cinayet falan değil mi?»

Miss Marple bir şok geçirmiş gibi baktı:

«Benim daima cinayetleri düşünmekte olduğum fikrine nereden kapılıyorsun, bilmiyorum.»

«Bu saçma, Jane. Neden açıkça konuşup bir cinayetler uzmanıyım demiyorsun da, lâfı

dolaştırıyorsun?»

Miss Marple, heyecanla: «Öyle bir şey değilim de ondan,» diye cevap verdi. «Mesele sadece şundan ibaret; ben insan karakterini biraz bilirim… bütün hayatım boyunca köy denilebilecek kadar ufak bir kasabada yaşadıktan sonra nişanlan tanımış olmak ta normal bir şeydir zannederim.»

Mrs. Bantry dalgın dalgın: «Birçok kimseler bu konuda seninle aynı fikirde olmayacak, burası kesin ama,» dedi. «Bu sözünde gerçeğin payı büyük. Yeğenin Raymond da burası için daima «Tam anlamıyla yerinde sayan bir kasaba,» derdi.»

Miss Marple, neşeyle: «Raymond bir tanedir,» dedi. Sonra ilâve etti: «Daima, herkese son derece iyi davranır. Bana bakması için Miss Knight’a da o para veriyor, biliyor musun?»

Miss ‘Knight aklına gelince bambaşka şeyler düşünmeye başladı. Sonra kalktı: «Ben artık geri dönsem iyi olur sanırım.»

«Buraya kadar herhalde yaya gelmedin, değil mi?»

«Tabii. İnen getirdi.»

Miss Marple’in bu garip cevabını arkadaşı gayet normal karşılamıştı. Çok geride kalmış günlerde, Mr. İnch iki fayton sahibiydi, bu faytonlar kasaba istasyonunda d^ima her treni karşılardı. Ayrıca kasabalı hanımlar çay partilerine gider gelir ve arada bir de kızlarını danslı partilere götürürlerken İnch’in arabalarını kiralarlardı. Güleç, kurnaz yüzlü İnch zamanla yaşlanmış ve yetmiş küsur yaşına geldikten sonra yerini oğluna -ki ona «genç İnch» diyorlardı- bırakmıştı. (Genç İnch o zamanlar kırk beşizdeydi. Buna rağmen, baba İnch oğlunu çok genç ve başıbozuk sayan kibar hanımları hâlâ kendi getirir götürürdü. Genç İnch zamana uymak için bir müddet sonra faytonları bırakıp yerine iki taksi almıştı. Fakat otomobillerle pek iş yapamamıştı ve çok gedmeden de taksilerini Mrs. Roberts adında birine satmıştı. Fakat yine İnch ismi kalmıştı. Telefon rehberinde taksiler hâlâ resmen İnch Taksi Servisi diye ‘kayıtlıydı ve kasabanın yaşlı hanımları arabayla veya taksiyle gezilerden bahsederken hâlâ, «İnchle geldim, İnenle gittim» diye konuşurlardı.

Miss Knight, azarlarcasına: «Dr. Haydock sizi aradı,» dedi. «Kendisine Mrs. Bantry’ye çaya gitmiş

olduğunuzu söyledim. Yarın tekrar arayacak.»

Miss Marple’ın atkısını, mantosunu ve eldivenlerini çıkarmasına yardım etti.

Sonra «Şimdi de korkarım ki çok yorulduk,» dedi.

Miss Marple: «Sen belki yorulmuş olabilirsin,» diye cevap verdi, «©en yorgun değilim.»

Miss Knight: «Gelin de şurada, şöminenin yakınında oturun, sıcacık,» dedi. «Şöyle bir fincan güzel kahveye ne dersiniz? Veya bir fincan çaya?»

Miss Marple ona teşekkür etti ve ufak ‘bir kadeh ‘konyak içeceğini söyledi. Miss Knight ona sert bir şekilde baktı:

«Doktor konyak ‘içtiğinizi duysa ne der, bilmiyorum,» dedi. Buna rağmen gidip ona bir kadeh konyak getirdi.

Miss Marple: «Ne diyeceğini artık yarın geldiğinde mutlaka doktora sormayı unutmayalım.» dedi.

Ve ertesi sabah, Miss Knight, Dr. Haydock’u evin holünde karşıladı, onun kulağına heyecanlı

heyecanlı bir şeyler fısıldadı.

Yaşlıca doktor, hava bir hayli soğuk olduğu için ellerini oğuşturarak içeriye girdi.

Miss Knight, neşeli: «Doktorumuz ziyaretimize geldi,» dedi.

Haydock içeriye girdi, eldivenlerini rastgele bir masanın üzerine attı. «Bayağı ısırıyor ayaz bu sabah.»

Miss Marple: «Bir kadehçik konyak alsanız belki iyi gelirdi,» dedi. «Ne.derstiniz?»

«İçkiye başlamışsınız diye bir şeyler çalındı kulağıma. Şunu söylemek isterim ki, hiçbir zaman yalnız içmemelisiniz.»

Konyak ile kadehler Miss Marple’ın yanı başındaki ufak bir masanın üzeninde hazırdı bile. Miss Knight odadan çıktı.

Dr. Haydock emektar bir dosttu. Artık pratisyenlikten çekilmiş gibiydi, ama arada bir eski müşterilerini ziyarete geliyordu.

Kadehindeki konyağı bitirirken: «Duyduğuma göre orada burada düşüyormuşsunuz,» dedi. «Bu yaşta düşmek pek iyi neticeler vermez, biliyorsunuz. Sizi ikaz etmek isterim. Sonra Dr. Sanford’un çağırılmasını da istememişsiniz.»

Sanford, Dr. Haydock’un «beraber çalıştığı bir doktordu.

«Yine de Miss Knight sizin itirazınıza rağmen onu çağırtmış. . tamamen haklı kadıncağız.»

«Fazla bir şeyim yoktu ki. Sadece bir iki yerimde çürük ve bere vardı, biraz da şok geçirmiştim. Bunu da Dr. Sanford söyledi. Siz gelene kadar pekâlâ bekleyebilirdim.»

«Şimdi beni dinleyin, güzelim. Bir gün gelecek bende ‘bu dünyadan göç edeceğim. Ve şunu açıkça ifade edeyim ki, Sanford benden daha kabiliyetli ve bilgili bir doktordur. Birinci sınıf bir ilim adamıdır.»

Miss Marple: «Genç doktorların hepsi birbirinin kopyası,» dedi. «Hemen tansiyona bakıyorlar, derdinizi tespit ediyorlar, ondan sonra da sarılı, kırmızılı, mavili avuç avuç hapı yutturuyorlar insana.

Eczacılığın bakkallıktan farkı kalmadı artık.»

Haydock: «Mesele o değil, yaşlanmak hoşumuza gitmiyor,» dedi. «Ben de gerçekten bu ihtiyarlıktan nefret ediyorum.»

Miss Marple: «Bana kıyasla siz delikanlımız,» dedi. «Buna rağmen, <ben yaşlanmaya hiç aldırış

etmiyorum.»

«Sizin ilâca değil, başka şeylere ihtiyacınız var. Öyle değil mi? Şöyle sinirlerinizi gevşetecek, çözecek bir şeye?»

Ayağa kalktı:

*Ben artık gideyim. Size verebileceğim en güzel reçete, şöyle nefis, karmaşık bir cinayet olacak.»

«Çok ayıp vallahi.»

«Doğru ama, değil mi? Yine de sıcak bir yaz gününde tereyağın üzerine konulan bir maydanoz yaprağının ne kadar derinliğe gömüleceğini hesaplamak bile sinirlerinizi biraz olsun yumuşatır, değil mi?

Hep düşünürüm, acaba maydanoz ne kadar derine batar diye. Hey gidi Sherlock Holmes. Artık mazi oldu. Yine de unutulmayacağına eminim.»

Doktor gittikten sonra Miss Knight hızla içeri girdi:

«Gördünüz mü,» dedi, «şimdi keyfimiz çok daha yerinde. Doktor kuvvet şurubu falan verdi mi?»

«Kendime bir cinayet bulup onunla ilgilenmemi tavsiye etti.»

«Güzel bir dedektif hikâyesi mi?»

Miss Marple: «Hayır,» dedi. «Gerçek bir cinayet olayı.»

‘Miss Knight: «Aman Allahım!» diye bağırdı. «Ama bu kadar sakin ve hareketsiz bir kasabada cinayet ne gezer.»

Miss Marple: «Cinayet,» dedi, «her yerde işlenebilir. Ve işlenir.»

Miss Knight: «Meselâ Yeni Şehir’de mi?» diye mırıldandı. «Deri ceketlilerin çoğu yanlarında sustalı

taşıyorlar.»

4

Mrs. Bantry birkaç adım geri çekilerek aynada kendine baktır şapkasını düzeltti. Şapka giymeye hiç de alışık değildi. Çekmecesinden en iyi deri eldivenlerini! alarak bahçeye çıktı.

Marine Gregg ile kocası Gossington Köşküne gelip yerleşmişlerdi. O gün öğleden sonra St. John Sağlık derneği yararına verilecek partinin son hazırlıklarını görüşmek üzere bir toplantı yapılacaktı.

Gerçi Mrs. Bantry komitede değildi ama Marina Gregg ona da bir kart yollamış ve çaya davet etmişti.

Hem de kartı kendi el yazısı ile yazmıştı.

Mrs. Bantry köşke doğru ilerlerken etrafına bakıyor ve kendi kendine, «Hakikaten masraftan

‘kaçınmamışlar,» diye düşünüyordu. Kapıyı, her ‘halinden İtalyan olduğu anlaşılan, bir uşak taçtı ve Mrs.

Bantry’i eskiden Albay Bantry’nin kütüphanesi olan odaya götürdü. Daha önce Mrs. Marple’nin de anlattığı gibi bu oda oturma odası ile birleştirilmişti. Yer parkeydi. Duvarlar ağaçtan oymalarla süslen-mişti.

Odanın bir köşesinde kuyruklu bir piyano, bir köşesinde de en son model bir müzik dolabı vardı.

Pencerenin önünde alçak bir masa önündeki koltuklardan birinde Marina Gregg oturuyor, onun arkasında da Mrs. Bantry’nin hayatında gördüğü erkeklerin en çirkini ayakta duruyordu.

Mrs. Bantry gelmeden birkaç dakika önce Marina Gregg heyecanlı ve tatlı bir sesle, «Burası tam bana göre, Jim.» demişti. «Şimdi tam aradığımı buldum. Huzur. Bir İngiliz köyünün huzuru. Kendimi yuvasına dönmüş bir kuş gibi mutlu hissediyorum. Burası benim gerçek yuvam olacak.»

Johnson Rudd bunları gülümseyerek dinlemişti. Karısının heyecanının ne kadar ‘kısa ömürlü olduğunu biliyordu, fakat kim bilir, belki de Marina gerçekten aradığını bulmuştu.

«Fevkalâde, sevgilim», dedi. «Fevkalâde! Burayı beğendiğine memnun oldum.»

«Beğenmek ne demek? Buraya bayılıyorum. Ya sen, Jim? Sen beğenmiyor musun?»

«Tabii beğeniyorum, sevgilim. Burası çok güzel!» diye cevap veren Jim içinden, «İnşallah iki yıldan evvel bıkmaz,» diye düşündü.

Marina Gregg eski evsahibesini büyük bir nezaketle karşıladı. Hemen ayağa kalkarak yanına gitti, iki elini uzattı.

«Sizi tekrar gördüğüme ne kadar memnun oldum, tahmin edemezsiniz. Ne garip rastlantı değil mi? San Francisco’da tanıştığımız vakit bir gün gelip sizin köşkü satın alacağımız kimin aklına gelirdi?»

Mrs. Bantry: «Buraya yerleşmeniz hepimiz için büyük bir şeref,» diye cevap verdi.

Marina birden hatırlamış gibi sordu: «Kocamla tanışmıyorsunuz değil mi?»

«Mrs. Bantry size kocam Johnson’u takdim ederim.»

Mrs. Bantry, Johnson Rudd’a dikkatle baktı. İlk bakışta onun dünyada gördüğü erkeklerin en çirkini olduğuna karar vermişti; fakat bu fikrini yavaş yavaş değiştirmeye başlıyordu. Adamın çok garip, fakat cazibeli gözleri vardı. Tıpkı iki derin kuyu gibi… Burnu havaya kalkık, ağzı aşırı derecede büyüktü. Mrs.

Bantry, «Acaba şu anda çok mu sinirli yoksa her zaman öyle mi görünüyor?» diye düşündü. Fakat konuştuğu zaman sesi son derece tatlı idi. Kalın ve gür ‘bîr tosu vardı bu sesin.

«Kocalar zaten her vakit unutulur. Karım da ben de sizinle burada, aynı köyde yaşayacağımız için çok memnunuz. Ümit ederim ki, siz de bizim hakkımızda aynı şekilde düşünüyorsunuzdur.»

Mrs Bantry: «Sakın evi sattım diye üzülüyorum sanmayın,» dedi. «Zaten benim için hem çok büyük, hem de kullanışsızdı. Hem, şimdi vaktimin büyük bir kısmını çocuklarımla geçirmeyi tercih ediyorum.»

Marina Gregg sordu: «Çocuklarım mı dediniz? Çocuklarınız mı var?»

«Evet, iki kız, iki de oğlan. Hem de hepsi evli. Her biri dünyanın bir ucunda. Biri Kenya’da, biri Güney Afrika’da, biri Teksas’ta, biri de Londra’da.»

Marina Gregg, «Dört tane ha?» diye mırıldandı. «Dört çocuk! Peki ya torunlarınız?»

«Şimdilik sadece 9 tane. Büyükanne olmak ne kadar büyük bir zevk, bilseniz. .»

Johnson Rudd, Mrs. Bantry’nin sözünü kesti:

«Galiba güneş gözünüze geliyor.»

Pencerenin yanına giderek perdeyi kapattı. Sonra Mrs Bantry’e dönerek: «Şimdi bize bu şirin köy hakkında bilgi verin bakalım. Sıcak bir çörek veya şu pastadan bir dilim almaz mıydınız? Görüyorsunuz, İngilizlerin çay âdetine hemen alıştık.»

Marina Gregg gülümsedi. Bir anda kocasının da birkaç dakika evvelki sinirli hali kaybolmuştu. Mrs Bantry, ‘içinden, «Kocası ona iyice âşık,» diye düşündü. Sonra yüksek sesle: «İnşallah buradan memnun kalırsınız,» dedi. «Uzun süre kalmayı düşünüyorsunuz, değil mi?»

Marina gözlerini hayretle açtı: «Tabii, burası artık bizim evimiz.» diye cevap verdi. «Herhalde iş

icabı sık sık seyahat etmek zorunda kalacağız. Fakat her zaman buraya döneceğiz.»

Mrs Bantry gülümseyerek, «Ya,» diye cevap verdi. Sonra kendi kendine :«Sen öyle bir yere yerleşip kök salan tiplerden değilsin,» diye düşündü.

Gözleri bir an Johnson Rudd’a ilişti. O da gülümsüyordu. Fakat bu gülümseme daha ziyade acı bir tebessüme benziyordu. O da Mrs Bantry ile aynı fikirdeydi anlaşman.

Bu sırada kapı açıldı, içeriye bir kadın girdi. «Barletts sizi telefondan istiyor, Johnson,» dedi.

«Söyle, daha sonra arasın.»

«Söyledim, fakat aceleymiş dediler.»

Johnson içini çekerek ayağa kalktı: «Seni Mrs !Bantry ile tanıştırayım,» dedi. «Ella Zielinski, sekreterim.»

Marina: «Bir fincan çay içmez misin, Ella,» diye sordu.

«Sadece bir sandviç yerim. Çin çayından hiç hoşlanmıyorum.»

Ella Zielinski otuz beş yaşlarındaydı. Üzerinde iyi dikilmiş bir tayyör ile geniş yakalı bir bluz vardı.

Kısa kesilmiş siyah saçları, geniş bir alnı ve kendinden emin bir hali vardı. Mrs. Bantry’e dönerek:

«Duyduğuma göre bu köşk eskiden sizinmiş,» dedi. Sonra pencereden dışarıya bakarak ilâve etti:

«Doğrusu manzara çok güzel.»

Marina Gregg: «Tipik bir İngiliz köyü. Değişik bir atmosfer,» diye söze karıştı.

Ella Zielinski: «Yakında köye benzeyen bir tarafı kalmayacak,» dedi. «Yeni Şehir gittikçe büyüyor.»

Bu sırada Johnson Rudd kapıyı aralayarak: «Sevgilim,» diye Marina’ya seslendi. «Seni rahatsız etmek istemezdim, fakat birkaç dakika gelir misin? Bir konuda senin fikrini soruyorlar.»

Marina Gregg: «Hiç rahat yok,» diye ayağa kalktı. «Özür dilerim, Mrs. Bantry. Herhalde birkaç

dakikadan fazla sürmez.»

Marina Gregg odadan çıkar çıkmaz, Ella Zielinski, «Kuzum şu meşhur cinayet ne zaman oldu?» diye sordu.

«Bu evde cinayet falan olmadı.»

«Haydi canım, saklamayın. Cesedi tam şurada halının altında bulmuşlar değil mi?»

«Evet.» –

«Demek ki cinayet işlenmiş.»

Mrs Bantry başını salladı:

«Cinayet burada işlenmedi. Öldürülen kızın cesedini sonradan buraya getirmişler. Bizimle hiçbir ilgisi yoktu.»

«Herhalde o zaman buna inanmaları kolay olmamıştır. Peki, cesedi nasıl buldunuz?»

«Sabahleyin erkenden hizmetçi kız koşarak odamıza geldi. Kütüphanede bir ceset yattığını söyledi.

Önce inanmadım, fakat sonra kocamı uyandırdım, birlikte aşağı indik.»

«Ve tabii ceset oradaydı. Ne kadar heyecanlı…» sonra Ella Zielinski, birden kapıya doğru baktı, sonra tekrar Mrs. Bantry’e döndü: «Lütfen, Marina Gregg’e bundan hiç bahsetmeyin,» dedi. «Böyle şeyler ona göre değil.»

«Ağzımı bile açmam. Zaten o kadar eski bir hikâye ki… Fakat nasıl olsa duymayacak mı?»

«Zannetmem. Etrafıyla pek ‘ilgisi yoktur. Hem en ufak şeylere sinirlenir. Birkaç sene önce çok önemli bir rahatsızlık geçirdi. Biliyorsunuz, değil mi?»

Mrs. Bantry: «Görünüşe bakılırsa burasını çok seviyor,» dedi.

«Herhalde birkaç gün sürer», diyen Mrs. Zielinski düşünceli bir tavırla bir sandviç daha yedi. Sonra:

«Johnson zamanımızın en iyi rejisörüdür,» dedi. «Çevirdiği son filmleri gördünüz mü?»

Mrs. Bantry filimlerin sadece baş artistleri ile ilgilenirdi. Mahcup bir tavırla: «Doğrusunu isterseniz isimleri birbirine karıştırıyorum,» diye cevap verdi.

Ella Zieliırs4ci onu duymamış gibi: «O kadar işinin arasında başında bir de Marina var,» diye ekledi.

«Marina kolay idare edilir bir kadın değildir. Bazen son derece, hattâ aşırı bir şekilde hayatından memnun ve mesut görünür. Sonra birden en ufak bir olayla her şey altüst olur.»

«Herhalde sinirli bir kişiliği var.»

Benzer İçerikler

Şehristan Rivayetleri | Serhat Poyraz

yakutlu

AKIL TUTULMASI-Max Horkheimer

yakutlu

Islam Felsefesi: Giris

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy