ÖNSÖZ
Büyük Harp’in son aylarında ”Ateş ve Güneş”i yazmıştım. Cemal Paşa Şam’dan İstanbul’a gelmiş, artık yalnız Bahriye Nazırı idi. Kendisini gördüm ve yayınlanmasını uygun bulup bulmadığını anlamak istedim.
”Ateş ve Güneş” çöl ordusunun kahramanlık ve ıstırap hikâyelerinden ibaretti. Nazırım bir gün sonra müsveddeleri geri verdi.
– Bastırmasanız iyi olur, dedi.
”Ateş ve Güneş” de birkaç subay ve neferden başka hiç kimsenin ismi yoktu. Eski Dördüncü Ordu Kumandanı‘nın dört yıl yanında çalışan bir yazardan beklediği belki, bu değildi. O kitabımda kendini aramıştı.
Büyük Harp’te Suriye idaresi için hiçbir satır yazı yazmamıştım, çünkü yalnız beğendiğim şeylerden bahsetmek lazımdı.
Mütarekede ise, yalnız beğenmediğim şeyleri yazabileceğim için, Suriye hatıralarını yine bir yana bıraktım.
Bugün her ikisini de söylemek mümkün olduğundan, ”Zeytindağı”nı bastırıyorum.
Biz, şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son gençleriyiz. 1914’te üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün, yeni Türkiye’nin gençleri olmuşlardır ve hatıralarında imparatorluktan hiçbir iz kalmamıştı. İşte onlara, saltanatın, Suriye’de, Filistin ve Hicaz’daki son yıllarını anlatmak istiyorum.
Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:
– Ne hacet, dedi, İstanbul’u da size verelim.
Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı.
Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u, Girit’i ve Medine’yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.
Çocuklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç’te bitiyor.
Batış ve kurtuluş gibi, bir milletin tarihinde ikisi tek yüzyıl içine pek az defa sığmış olan ve yalnız biri milli tarihin bir büyük faslı olan iki hadiseyi dört, beş yıl içinde görüp geçirmiş, en büyük acıyı ve en büyük milli sevinci tatmış olanların hikâyeleri okunmaya değer.
Zeytindağı‘nı kumandanıma karşı saygısızlık eseri diye gösterenler olmuştur. Onlar, bir kumandanın yanında dört yıl çalışan bir subay tarafından, böyle bir hareketi kimbilir nasıl muhakeme etmişlerdir?
Zeytindağı için sonradan bir tenkid yazan Hüseyin Cahit, diyor ki: ”Bu eseri Cemal Paşa aleyhinde telakki edenler Falih Rıfkı‘yı seciyesizlikle itham ediyorlardı. O vakit bundan hayret ve teessür duymuştum. Şimdi bir kere daha görüyorum ki, okuduğunu anlamak ne zormuş ve bu zorluğu bilebilen insanlar ne kadar azmış. Falih Rıfkı, Cemal Paşa’yı suni, cansız uydurma bir kalıp gibi medih ve tasvir etmiyor. Onu zaafları ve meziyetleri ile gerçekten bir insan gibi karşımızda canlandırıyor. Herhalde bu canlanış, eski Dördüncü Ordu Kumandanı için çok şereflidir.”
Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkânı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlakına esirdirler. Yerme, yahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüze göre bu ikisini yapmakta, onların ahlakına göre haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumu var?..
Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.
Zeytindağı‘nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa’nın hakkını Cemal Paşa’ya verdim. Eserimde Cemal Paşa’nın, sırası geldikçe büyüyüp parladığı görülür. Zaten doğrusunu isterseniz, Meşrutiyet şahsiyetlerinde eser yazılmak değeri görenlerden değilim. Fakat, Meşrutiyetin kendisini anlatmak lazımdır. Zeytindağı‘nı bu maksatla yazdım. Cemal Paşa’dan çok bahsedişim, başka türlü yazmaya imkân olmamaktandır.
.
Bu kitapta sözü geçen şahsiyet ve hadiselerle yetki bakımından temasımın ne olduğunu şimdiden söylemeliyim. Bazılarına niçin uzaktan dokunduğumu, bazılarını ise niçin daha derin karşıladığımı bilseniz: 1912 yılında Sadaret kaleminde kâtip, ”Tanin” gazetesinde Cumartesi Konuşmaları yazan bir muharrirdim. İlk Trakya seyahatimi, gazeteci olarak yaptım. Yine aynı yıl Dahiliye Nezareti’nde Talât Paşa’nın Hususi Kalem memuru oldum. İkinci Trakya ve Bükreş seyahatlerimi hem bu sıfatla, hem de gazeteci olarak yaptım. Büyük Harp’in ilk yıllarında Dördüncü Ordu Karargâhı İkinci Şubesi’nde idim. İhtiyat zabiti isem de, bütün siyasi ve idari işlere bakan bu şubenin şefiydim. Harbin son yılında da Bahriye Nezareti Hususi Kalem Müdür Muavini oldum.
ZEYTİNDAĞI
1915-1918
Zeytindağı– 1915
Cemal Paşa’nın ismini, herkesin adı gibi söyleyerek ve işiterek İstanbul’dan çıkmıştım. Adana’da ses temposu hafifledi ve isim ikileşti: Büyük cemal Paşa, Küçük Cemal Paşa.
Küçüğü tümen kumandanı idi.
Haleb’i geçtikten sonra ”Paşa”nın (P)’si düştü. (B) oldu, ve:
– Ahmet Bey, der gibi serbestçe ağızdan düşüveren ”- Cemal Paşa” kelimesi bir çeşit imtiyaz, insanın ona yakınlığını gösteren, insanı esrarlaştıran bir şey oldu.
Dördüncü Ordu Karargâhı‘na gidiş, hele Şam’dan sonra, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür: Bir terör havası vardır. Ses daha pestir ve Cemal ismi, Tevrat’tan, İncil’den alınma, mukaddes bir ada benzer.
Sirkeci’deki ve Harbiye Mektebi’nin havuz başındaki, biraz gururlu ise de, yine sade ve sevimli olan Cemal Paşa’nın içime alıştırdığım hayali sönerek, onun yerine, artık yeniden tanıyacağım, çizgileri kırışık, başka bir adam geldi.
Karargâh Kudüs’te, Zeytindağı‘nın tepesindeki Alman misafirhanesinde idi. Şehre vardığım zaman iki gümüş çeyrekten başka param yoktu. Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir, ne de otelde kalabilirdim.
Arabacıya:
– Cemal Paşa’nın karargâhına! emrini verdim.
Arabacı gözünü açtı:
– Ne Cemal Bâşâ!
Zeytindağı‘nı göstererek anlattım. Adamcağız:
– Tafaddal! derken, atlarının bile tutum değiştirdiğini sanıyordum.
Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman, yapısı! Herkes, subay veya nefer, ayağının ucuna basıyor ve ara sıra, geniş koridordan, yatak odalarına ve sofraya bakan sivesterler geçiyor.
Yaverin yanına çıktım. Odasında sarıklı sarıksız, kırkından yetmişine kadar, eşraf kılıklı epey bir kalabalık vardı. Yaver, subay namzedi esvabıma bakarak:
– Kimsiniz, ne istiyorsunuz? diye sordu.
– Kumandan Paşa Hazretlerinin, Başkumandanlıktan istediği Falih Rıfkı‘yım.
İçeri girdi: ”Buyurunuz!” dedi.
Ne olacaktım, nereye gidecektim, Cemal Paşa’yı nasıl bulacaktım, anlaşılmaz bir sıkıntı içindeydim.
Büyük bir oda: Solda Şeria Nehri ve Lût Gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, Şeria’ya bakan pencere ile Moskofiye’ye bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul. Yalnız sakallı sert profilinin bir parçasını görebiliyoruz. Benden başka, koltuğu defterli üç subay daha var. Bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle:
– Yaver Beye söyleyiniz; Nablus eşrafını çağırsın dedi.
Kalabalığn kapıdan girişi garip bir haldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, her biri bir müddet duruyor ve içerideki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvadıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmiyen, kendini arkasından iten arkadaşına dayatıyordu.
Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin önüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile… İmza defterlerinin her yaprağı üstünde duruyor, çiziyor, yazıyor, ara sıra ağzından:
– Bu nedir?
– Böyle cevap istemem.
– Bunu Erkânı harpiye Reisi’ne götürünüz! gibi kısa sual ve emirler dökülüyordu.
Zaman geçtikçe Nablus’luların yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşa’nın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu.
Poz bilmem ne kadar sürdü? Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına doğru döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı:
– Devlet-i metbuanıza karşı irtikâp etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak, safın arasından:
– Estağfirullah…
– Estaizübillah, gibi birtakım kelimeler duyuldu.
Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek:
– Susunuz diye bağırdı ve devam etti:
– Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz?
Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
– İdamdır, idam dedi; fakat Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu’ya nefyetmekle iktifa ediyorum.
Hepsi, secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya, hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek kararına karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.
– Gidebilirsiniz! dedi.
Üstüste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar.
Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü:
– Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor?
Sonra İstanbul haberleri sordu.
Kasımpaşa- 1918
Talat Paşa ile birlikte Berlin’den İstanbul’a dönen Âyan azasından Abdurrahman Paşa, Perapalas Oteli’nin alt kat salonunda bana şu fıkrayı anlatmıştı:
– Talat Paşa, sofya istasyonunda trenden indi; Bulgar nazırlarıyla görüştü. Tekrar vagona girdiği zaman, derin derin içini çekerek:
”- Keşke bugün ölmüş bulunsaydım…” dedi.
Sadrazamın Sofya İstasyonu’nda aldığı haber, Bulgar bozgunu idi.
Harp kabinesi çekilmek üzeredir. Bahriye’deki kâğıtlarımı topluyorum. Bütün gençler gibi, askerlikten sonra ne yapacağımı ben de bilmiyorum.
Karargâha yirmi yaşında gitmiştim; şimdi yirmi dört yaşındayım. Ümit, hayal, ve iyimserlikten yoğrulan bu altın çağ, bir dede başı kadar yıpranmış, çileden geçmiş ve ağırlaşmış, onu omuzlarımın üstünde güç tutuyordum.
Kulaktan kulağa bir fısıltı: ”- Bahriye’ye Rauf Bey geliyor!”
Dostu, yabancısı, Bahriyelilerin birçoğunda onu karşılamak ve ona iyi görünmek hazırlığı var. Ben Heybeliada Çarkçı Mektebi’nin Türkçe hocalığını isteyip alıyorum.
Tam ayrılacağım gün, öğleye doğru, Kasımpaşa üstünden nazır otomobilinin sert düdüğü öttü; herkes: ”Geliyor!” diye telaşlanarak aşağı koştu. Mızıka selam havası çalmak için büyük kapı önünde sıralandı, marşın ilk sesleri arasında otomobil durdu ve… içinden Cemal Paşa indi.
DEvamı için lütfen kitabı satın alınız. Kitap tanıtımıdır.