Eserin Adı : Cemile
Yazarı : Cengiz Aytmatov
Yayınevi: Elips
Basım yeri ve tarihi: İstanbul, 2006
Türü: Roman
CEMİLE
O basit çerçeveli küçük resmin yine karşısındayım işte. Köye
gidiyorum yarın sabah; resme uzun uzun, dikkatle bakıyorum,
yolculuk için bana bir şeyler söyleyecek sanki.
Resim sergilenmedi. Üstelik, köyden akrabalar gelince hemen
kaldırıyorum onu, saklıyorum. Sanat eseri sayılmaz gerçi, ama
utanılacak bir şey de değil. İçindeki toprak kadar yalın.
Arkada soğuk bir sonbahar göğü çizili; ötelerde, sıradağlar üstünde
kaçan bulutları kovalayan rüzgar. Önde, kurumuş pelinlerle kaplı
bozkır, son yağmurlarla ıslanmış, kararmış yol; iki yanında kırık
çalılar. Çamurlu yolda iki yolcunun ayak izleri durmakta. Yol
uzaklarda silinip giderken izler de belirsizleşiyor. Birer adım daha
atsalardı, çerçevenin arkasında kaybolacaklardı sanki. Biri… Ama
sırayla anlatayım.
Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir
yerlerde, Kurak’da, Orel’de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla
savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk.
Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En
gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi,
gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin
taşımakla geçirirdik.
Oraklarımızın ekin biçmekten sanki kor kesildiği o kavurucu
günlerin birinde, boş arabamla istasyondan dönerken eve uğrayayım
dedim.
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır;
sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar
yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana
yaşamıştır. Ben, Büyük Ev’dendim. İki ağabeyim vardı, ikisi de
bekardı, ikisi de cephedeydi, uzun zamandır ikisinden de haber
alamıyorduk.
Babam ihtiyar bir dülgerdi. Seher vakti sabah duasını ettikten sonra,
ortak avludaki atölyesinde çalışmaya gider, akşamın geç saatlerine
kadar da orada kalırdı.
Anamla kız kardeşim evden çıkmazlardı.
Yakın akrabalarımız bitişikte, köylülerin Küçük Ev dediği yerde
otururlardı. Ya dedelerimizin dedeleri ya da büyük dedelerimizin
dedeleri kardeşmiş, yine de yakın akrabalarımız sayardım onları,
çünkü bir aile gibi yaşardık. Atalarımızın göçebeliğinden kalma bir
şeydi bu; büyük dedelerimiz bir yerde konaklar, hayvanlarını bir arada
otlatırmış. Aynı geleneği sürdürüyorduk. Köyde kolektifleştirme
olduğu zaman babalarımız evlerini yan yana kurmuşlar. Aslında,
hepimiz bir obadan geliyordukköyde ırmak boyunca uzanan
Aralskaya Sokağı’nda oturan herkes, aynı soyun torunlarıydı.
Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev’in erkeği
ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde
hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar
topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi
kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına
saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş.
İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev’in kendi toprağı, kendi
hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk.
Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık,
evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti. Seyrek olmasına rağmen,
ikisinden de mektup alıyorduk.
Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev’de: kiciapa, yani Küçük Ana
dediğim kadın, bir de gelini, Sadık’ın karısı. İkisi de sabahtan akşama
kadar kolhozda çalışırlardı. Küçük anam iyi, saygılı, uysaldı; hendek
kazmada olsun, tarla sulamada olsun, gençlerden geri kalmazdı.
Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir
kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi.
Cemile’yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama
birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik,
hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için
ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek
zorundaydık. Küçük değildim, yaşlarımız arasında pek az fark vardı.
Köylerimizin geleneği bunu gerektiriyordu: gelinler, kocalarının
küçük kardeşlerine kiçine bala derlerdi.
Anam, iki evin işine de bakardı. Kız kardeşim yardım ederdi ona;
örgülü saçlarını hep iple bağlayan tatlı bir kızdı. O güç yıllarda nasıl
çalıştığını hiç unutamam. İki evin kuzularını, buzağılarını otlağa
götüren oydu; yakmak için tezek ve çalı çırpı toplayan oydu.
Cephedeki oğullarından haber alamayan anamın kara düşüncelerini
dağıtan, yalnız günlerini ışıtan oydu, kalkık burunlu kardeşimdi.
Büyük ailemiz, dirlik içinde yaşamasını anama borçluydu. İki evi de o
çekip çevirirdi. Göçebe dedelerimizin yanına geldiğinde gencecik bir
kızmış; iki aileyi kimseye haksızlık etmeden yöneterek, onların
anısına bir çeşit saygı gösteriyordu. Akıllılığından, hakseverliğinden,
hamaratlığından ötürü bütün köy halkının saygısını kazanmıştı. Evi
yöneten oydu. İşin aslında, köylülerin hiçbiri ailenin başı saymazdı
babamı. Ah, ustaya gitme, o sadece kendi baltasının dilinden anlar.
Her şeyin başı Koca Ana. Bir şey danışacaksan ona danış, derlerdi.
Küçük olmasına küçüktüm, ama ağabeylerim savaşa gittikleri için,
benim de sözüm geçerdi ailede. Çoğu kere, iki ailenin bir başı diye
takılırlardı bana, bazen de ciddi ciddi, evin erkeğinin ben olduğumu
söylerlerdi. Doğrusu gurur duyardım bundan, derin bir sorumluluk
duygusuna kapılırdım. Anam da isterdi sorumluluk duymamı.
Günlerini rende rendelemekle, tahta kesmekle geçiren babam gibi
olmayayım, akıllı, tutkulu bir çiftçi olayım isterdi.
Neyse, arabamı bir söğüdün gölgesine çektim, dizginleri gevşettim,
avluya giderken bizim küme başkanı Orozmat’ı gördüm. At
sırtındaydı, koltuk değneğini eyere bağlamıştı yine. Anam yanında
duruyordu onun. Tartışıyorlardı. Yaklaşınca, anamın sözlerini
duydum:
Olmaz! Allah korkusu yok mu sende? Kadınların arabaya çuvalı
yüklemesi duyulmuş şey mi? Olmaz yiğidim, bırak gelinimi, şimdiye
kadar nasıl çalıştıysa yine öyle çalışsın. Benim zaten çalışmaktan
güneşi gördüğüm yok. Sen dene bakalım, bir evin içinde iki evi çekip
çevirmek nasıl oluyormuş? İyi ki kızım büyüdü de arada bir el
uzatabiliyor bana. Bir haftadır sırtımın ağrısından belimi
doğrultamıyorum. Her yanım keçe gibi oldu. Şu mısırlara bak,
susuzluktan kuruyorlar! Konuşurken, başörtüsünün ucunu yakasının
altına sokuyordu boyuna; öfkelenince hep öyle yapardı.
Orozmat, öne eğilerek, Anlamıyor musun? diye bağırdı.
Bacağımda şu kütük yerine doğru dürüst bir ayak olsaydı sana gelir
miydim? Kendim yüklerdim çuvalları, atları da kendim kırbaçlardım
eskisi gibi! Biliyorum, kadın işi değil bu, ama erkeği nereden
bulayım? İşte onun için askerlerin karılarını çağırıyoruz ya! Gelinini
bırakmazsan, kolhoz başkanı benim tepeme biner. Askerler ekmek
ister, zaten planı uygulayamıyoruz. Anlasana!
Kırbacımı yerde sürüyerek yanlarına vardım. Küme başkanı beni
görünce gülümsedi; aklına bir şey gelmişti anlaşılan.
Gelinini o kadar düşünüyorsan, kiçine bala’sı ona gözkulak olur.
Beni gösterdi keyifle. Hiç korkma! Seyit koca adam sayılır artık.
Ekmeğimizi onun gibileri sağlıyor; bizi düzlüğe de onlar çıkaracaklar.
Anam dinlemedi bile onu.
Üstüme yürüyerek, Şu haline bak! Serseri! diye bağırdı. Saçın
yeleye dönmüş! Baban da ne babaymış ya oğlunun saçını bile
kesmeye vakti yok.
Orozmat, İyi öyleyse, bugün evde kalıp saçını kestirsin, dedi.
Seyit, bugün burada kalır, atlara bir araba veririz. Birlikte
çalışırsınız. Ama ondan seni sorumlu tutuyorum. Artık canın
sıkılmasın, baybiçe, Seyit gelinine gözkulak olur. Hem Daniyar’ı da
yollarım. Tanırsın, sessiz sedasız bir oğlandır, askerden yeni geldi.
Ekini üçü taşırlar istasyona, gelinine de kimse dokunamaz. Yalan mı?
Sen ne dersin, Seyit? Cemile’yi sürücü yapalım diyoruz, anan
yanaşmıyor. Artık ananın gönlünü etmek sana düşer.
Orozmat’ın övgüsünden hoşlanmıştım, koca adam yerine koymuştu
beni. Hem istasyona Cemile’yle gitmek güzel olacaktı doğrusu. Ciddi
ciddi kaşlarımı çatarak anama döndüm:
Ne olacak Cemile’ye? Kurt mu kapacak?
Kırk yıllık sürücü gibi dişlerimin arasından tükürüp
önemli, biriymişim gibi yürüdüm, kırbacımı da yerde sürüyordum hala.
Anam, şaşkınlıkla, Şuna bakın! diye bağırdı. Hoşlanmasına
hoşlanmıştı davranışımdan, ama söylemeden edemedi: Kurda
kuzuya aklın mı erer senin?
Onun aklı ermez de kimin erer? dedi Orozmat. Seyit iki ailenin bir
başı göğsün kabarsın! Anamın yine direneceğinden korkuyordu.
Nerde… Seyit daha çocuk; ama çocukluğuna bakmaz, gece gündüz
çalışır. Yiğitlerimizin nerede olduğunu Allah bilir. Evlerimiz,
terkedilmiş konak yerlerine döndü.
Oradan uzaklaştığım için anamın bütün sözlerini duyamadım.
Ardımda bir toz bulutu kaldırarak evin köşesini döndüm, kapıya
yöneldim; bu arada, kardeşimin gülümsemesini bile karşılıksız
bıraktım. Avluya çökmüş, tezek yapıyordu. Kapının oraya varınca
çömeldim; testiden su alıp ellerimi yıkadım. Odaya girdim sonra, bir
tas ayran içtim, bir tas ayran da pencerenin önüne koyup içine ekmek
doğradım.
Anamla Orozmat avludaydılar hala; artık tartışmıyorlar, alçak sesle
bir şeyler konuşuyorlardı. Ağabeylerimin sözünü ediyorlardı herhalde.
Anam, yeniyle gözlerini siliyor, Orozmat’ın her dediğine baş
sallıyordu. Besbelli, Orozmat anamı avutmaya çalışıyordu. Uzaklara,
ağaçların tepelerine bakıyordu anam; sanki oralarda bir yerde
oğullarını görecekti.
Benim tasalı anacığım, Orozmat’ın isteğini galiba kabullendi. Küme
başkanı amacına ulaşmıştı, keyifle atını kırbaçladı, çekti gitti. Bunun
neye varacağını o anda ne anam biliyordu, ne de ben.
Cemile’nin iki atlı bir arabayı rahatça kullanacağından hiç kuşkum
yoktu. Atların huyundan anlardı, Bakair’li bir at bakıcısının kızıydı
çünkü. Sadık da at bakıcısıydı. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında
Cemile’yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka
söylentiler de vardı: Cemile’yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar.
Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık’ı askere
çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorumbelki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı
olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı içinerkeksi bir hava
vardı Cemile’de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi
de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız
yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini
saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu.
Komşular gelip yakınırlardı:
Ne biçim gelininiz var? Şunun şurasında geleli kaç gün oldu? Her
şeye burnunu sokuyor! Ne saygı biliyor, ne utanma!
Anam, İyi ki öyle! diye cevap verirdi. Benim gelinim her şeyi
adamın yüzüne söyler. Arkasından konuşmaz. Bir de kendi kızlarınıza
bakın; görünüşte hepsi erdemli. Ama çürük yumurtaya benzer erdem:
dışı güzeldir, pırıl pırıldır…bir de içini kokla bakalım.
Babamla küçük anam, Cemile’ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert
davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile’nin bir
Allah’a bir de kocasına inanmasıydı.
Onları anlıyordum. Dört oğullarını savaşa yolladıkları için, iki evin
bir gelini Cemile’ye sımsıkı sarılmışlardı; üstüne titriyorlardı onun.
Ama kendi anamı anlamıyordum. Birine sevgi gösterecek kadın
değildi anam. Sertti, huysuzdu. Kendi kafasının dikine gider, kimseyi
dinlemez, ne biliyorsa onu yapardı. Sözün gelişi, baharda havalar
ısınmaya başlayınca, babamın gençlik yıllarında yapmış olduğu çadırı
kurar, katırtırnağı yakarak tütsülerdi. Bizi de hamarat insanlar olarak
yetiştirmişti; büyüklerimize saygı göstermemizi, her isteğine boyun
eğmemizi isterdi.
Cemile öteki gelinlere pek benzemiyordu. Doğru, büyükleri sayardı
saymasına, ama ezilmezdi de. Öteki gelinler gibi, kimsenin arkasından
konuşmazdı. Düşündüğünü, hiç çekinmez, açık açık söylerdi. Anam
desteklerdi onu. Son söz anamdaydı.
Galiba Cemile’yi, açık yürekliliği ve hakseverliğinden ötürü,
kendisiyle bir tutuyor, onun ileride aileye yaraşır bir baybiçe
olabileceğini düşünüyordu.
Sık sık, Allaha dua et, kızım, iyi bir aileye düştün, derdi. Talihin
varmış. Kadının mutluluğu çocuk doğurmak, kalabalık bir evde
yaşamaktır. Allaha şükür, bir eksiğimiz yok, nemiz varsa sizlere
kalacak. Onurunla yaşarsan mutlu olursun. Unutma bunu!
Ama Cemile, bir bakımdan iki kaynanasını da tedirgin ediyordu: çok
şendi. Hala çocuktu sanki. Durup dururken gülmeye başlardı. İşten
dönerken de ağır ağır yürümez; arkın üstünden atlayıp koşa koşa
avluya dalar, kaynanalarına sarılır, onları öper öperdi.
Cemile türkü söylemeyi severdi. Büyüklerinin yanındayken bile hiç
çekinmez, türkü mırıldanırdı hep. Köyümüzde gelinlerin böyle
davranması olacak şey değildi tabii. Ama iki kaynana da, Cemile’nin
zamanla durulacağını söyleyerek ses çıkarmazlardı. Gençliklerinde
kendileri de öyle yapmamışlar mıydı? Bana kalırsa, dünyada
Cemile’den iyisi yoktu. Birlikte eğlenir, avluda koşmaca oynar,
boyuna gülerdik.
Cemile çok, güzeldi. Uzun boyluydu, incecikti; düzgün saçlarını
sımsıkı örer, boynunun iki yanından sarkıtırdı; beyaz yazmasını
bağlardı başınaesmer tenine o beyaz yazma nasıl da yakışırdı!
Gülümsediği zaman simsiyah, badem gibi gözleri ışıl ışıl olurdu; bir
sevda türküsüne başlamaya görsün, sevdayla tutuşurdu gözleri.
Köyün yiğitleri, hele cepheden dönenler, onu görünce büyülenirlerdi
sanki. Gözümden kaçmazdı. Cemile herkese takılmayı severdi, ama
karşısındaki biraz ileri giderse ağzının payını verirdi. Pek
hoşlanmazdım bundan. Çocuklar ablalarını nasıl kıskanırsa, ben de
Cemile’yi öyle kıskanırdım; yanında bir delikanlı görsem hemen araya
girerdim. Şöyle bir kabarır, ters ters bakardım delikanlıya. Yavaş gel.
O benim ağabeyimin karısı; sahipsiz belleme!der gibi.
[bcvc url=”https://www.kitapyurdu.com/kitap/cemile/390763.html” text=”Kitap için tıklayınız”]
Cengiz Aytmatov – Cemile (Roman Özeti)(Yeni sekmede açılır)
Suyu Arayan Adam(Yeni sekmede açılır)
Sokaklardan Bir Kız(Yeni sekmede açılır)