Güneşsiz Dünya

Edebiyatımızın modern gerçekçi kalemlerinden Murat Tuncel, Güneşsiz Dünya adlı bu yapıtındaki öyküleriyle bizi 80’li yılların o güneşsiz günlerine götürüyor. Bu öykülerde okur, 12 Eylül’ün karanlıklarına dalıp dalıp çıkarken, değil aydınların sıradan insanların bile hoş geldin işkenceleriyle nasıl tanıştıklarını, sürgünlerini, yaşama tutunabilmek için verdikleri yaşama tutunma mücadelelerini, içlerinde yaratılan korkularını da okuyacak. Bunları okurken de kendisine sık sık… Bunlar benim ülkemde mi yaşanmıştı? diye de ironik bir soru soracak.
Bu öykülerde de kendine özgü yalın anlatımıyla, öykü karakterlerinin yaralı duygularının derinliklerine yavaş yavaş inen Tuncel, sınırsız kötülükleri anlatırken de gerçekle düş arasına düşürüyor okuyucuyu.

Daha önce Üçüncü Ölüm ve Maviydi Adalet Sarayı adlı romanlarıyla, Beyoğlu Çığlıkları adlı öykü kitaplarını yayınladığımız yazarın bu kitabının da zihinlerinizde iz bırakacağı inancındayız.

***

BİR ÇALI GÖLGESİ

Ahmet’in götürülmesinin kırk üçüncü günü gece yarısını geçmişti. Kapı acele acele vuruldu. Sıçrayarak uyandım. Hızla yorganı üzerimden atıp yataktan çıktım. Göğsümde yüreğim değil de sanki bir kuş çırpınıyordu. “O’dur,” diye söylene söylene kapıya doğru koşarken, mışıl mışıl uyuyan oğlumuzun nefeslenişini duydum. Ne olduğunu anlayamadan bir anda ikiye bölündüğümü fark ettim. Bir yandan bir an önce kapıya ulaşmak için acele ediyordum, öte yandan da oğlumuzu uyandırmamak için, “Parmaklarımın üzerinde yürümeliyim,” diye geçiriyordum usumdan. O anki ikilemimin nedeni eşimi özlemem miydi, yoksa annelik duygusu muydu bir türlü kestiremiyordum. Ama Ahmet’ime kavuşacağımı düşünerek yavaşça açtığım kapımızın önünde tanımadığım iki adam duruyordu. Arkalarından gelen soluk sokak lambasının ışığında yüzleri seçilmiyordu. O an biraz önce helecanla bir kuş gibi çırpınan yüreğime bir korku girdi.  Kapıyı hemen yüzüne kapamayı düşündüm. Kapıyı hızla iterken de, kim olduklarını sormadan kapıyı açtığım için kendimi suçlamaya başladım.

Benim kapıyı kapadığımı gören suskun adamlardan biri aceleyle, “Korkmayın, size bir kötülüğümüz dokunmaz,” dedi.

Adamın yarı karanlığa gömülmüş sadece akları belli olan gözlerinin içine bakarak, “Siz kimsiniz, bu saatte benim evimde ne işiniz var? Hemen gitmezseniz bağırır mahalleyi ayağa kaldırırım. Varın gidin işinize,” dedim.

Konuşan adam, arkasına dönerek, kendinden üç adım kadar arkada duran arkadaşına baktı. Bana doğru döndü ve “Biz polisiz kardeşim. Korkmana, bağırmana gerek yok. Hadi hemen içeri gir, giyin de bizimle gel,” dedi.

Adamın suratına şaşkın şaşkın bakan kişi şimdi bendim. “Nereye gidecektik? Yoksa Ahmet’ime bir şey mi olmuştu! İçeride yatan çocuğum ne olacaktı?” Bütün bu sorular beynimde dolaştı bir anda. Hemen sorularımı konuşan polise sormaya karar vermiştim ki, bir ağlama isteği boğazımı tıkadı. Yutkundum, kafamı salladım, yanaklarımın kızardığını hissedince başımı yere eğdim. Öndeki konuşan polis, “İfadeni almak için şubeye götüreceğiz seni. Biz kapının önünde bekliyoruz. İçeri girip hazırlanır mısınız lütfen? Kapı da açık kalsın.”

Karanlıkla birlikte gelmiş adamlara öfkeyle bakarken, yutkunup boğazımı tıkayan o ağlama duygusunu yuttum.

“Ben nereye isterseniz gelirim ama içeride çocuğum uyuyor. Bu gece yarısında kimseyi uyandıramam. Ben yarın gelip ifade versem olmaz mı? Bu kadar aceleniz neden, yoksa Ahmet’ime mi bir şey oldu,” diye adamların hiç ilgilenmediği sorular sordum. Polis, “Kusura bakmayın ama emir böyle, sizi hemen götürmeliyiz. Çocuğunuzu da yanınıza alırsınız,” dedi.

O ana kadar arkada ve biraz uzakta duran ikinci polis, yaklaştı, bana bakmadan arkadaşına, “Kimse çocuktan söz etmemişti… Çocuğu götürürsek,” dedi cümlesinin sonunu getirmeden iç çekti.

İlk konuşan polis, “Bu saatte bırakacak yeri olmadığına göre zorunlu olarak onu da yanına alacak,” dedi.

Benim için Kapının önünde duran o iki kişi en keskin kanundu. Onlara karşı gelecek gücüm yoktu. Çaresiz içeri girip hazırlandım. Yavrumu da sıkı sıkı giyindirip kucağıma aldım. Evin yakınına park ettikleri otomobile bindik. Bir polis arkada benim yanıma oturdu. Kucağımda uyuyan Burçak’ın nefes alışverişlerinden güç almaya çalışarak ağlamamı erteliyordum. Ama giderek içimde çoğalan hüzne fazla dayanamayıp ağlamaya başladım. Nedense oğlumun nefes alışları içime inilti gibi işliyordu. O ağlama arasında, aklıma nereden geldiyse Ahmet’i düşündüm. “Acaba o da götürülürken benim gibi ağlamış mıydı? Benim gibi sinsi bir korku onu da yavaş yavaş esir almış mıydı? Bundan sonra bize ne olacaktı? Artık götürüldüğümüz yerden dönemeyecek miydik? Ya suçumuz neydi? Yoksa Ahmet’im benim bilmediğim bir suç mu işlemişti? Yok, Ahmet’im öyle bir şey yapacak biri değildi. Bir suç işlemiş olsaydı bile gelir evde anlatırdı. Sadece arkadaşlarıyla gittiği bir dernekleri vardı. Burçak’ımız dünyaya geldiğinden beri derneğe de pek uğramıyordu. Çocuğumuz yaşamımıza katıldıktan sonra büyük kente gelmenin yükünü iyice hissedince insanın başka bir şey yapmaya zaten zamanı kalmıyor. Bizim de öyleydi. Sabah ikimiz de işe gider, akşam da oğlumuzla zaman geçirirdik. Ahmet’im de öyleydi. Alınıp götürüldükten sonra bankadaki arkadaşları her gün uğrayıp bir ihtiyacımızın olup olmadığını soruyorlar ama ben yine de Ahmetsizliğin yalnızlığını yaşıyordum,” diye birbiriyle pek bağlantısı olmayan cümleler geçti hızlıca beynimden yol boyunca.

Haftada iki gün kapısını aşındırdığım şube yabancı değildi bana. Uzun koridorun sonundaki odalardan birinde bizi karşısına alan iki sivil memur, bir kucağımdaki çocuğa, bir arkamda duran polislere bakıyorlardı. Onları öyle alttan alttan ve sabrımızı ölçercesine bize bakarken görünce dayanamadım, biraz da yüksek sesle, “Sabahı bekleyemez miydiniz? Beni evimden gece yarısı aldırdınız. Nereye bıraksaydım çocuğumu? Aceleniz mi var? Yoksa kocama mı bir şey yaptınız? Sorun bir ifadeyse, yarın gelir verirdim,” dedim.

Sivil memurlardan biri içi saman dolu bir çuvala bakar gibi suratıma anlamsız anlamsız bakındı. Sanki bana, “Allah’ın aptalı, bir ifade için bu saatte seni getirtir miydik,” der gibiydi.

Sesime uyanan oğlum ağlamaya başlayınca mateme benzeyen içerideki o sessizlik bozuldu.  Çocuğun ağlamasına dayanamadığı belli olan sivil memur, kalın camlı masasının üzerindeki eşyaları sıkıntıyla düzeltirken kafasını iki yana salladı. Bizi getiren memurlara sinirli sinirli çıkın işareti yaptıktan sonra, “Seni buraya keyfimizden getirmedik. Çocuğunun ağlamasını dinlemeye de hevesli değiliz.  Bizim de işimiz suçluları bulmak, onları mahkeme karşısına çıkarmak. Kocanın suçlu olduğunu biliyoruz ama o sütten çıkmış ak kaşık olduğunu diline dolamış. Belki seni ve oğlunu görürse bülbül gibi öter,” dedi.

Sivil polisin son sözcüklerini duyunca gözlerim karardı, başım dönmeye, içim bulanmaya başladı. Hiç böyle çaresiz kalmamıştım. Fısıltıyla, “Biz neyse, ya yavrumuzun suçu ne,” diye söylendim.

Masanın üzerindeki eşyaları düzelten polis dudaklarımın kıpırdamasını okumuş olacak ki, “O da babasının kurbanı,” dedi.

Onun söylediklerini duyunca tüm düşüncelerim durdu. Dilim tutulmuş gibi susarken sadece Burçak’ı susturmaya çalıştım. Sivillerin yüzü zihnine çizilmesin diye de yeniden uyuması için içimden dualar okudum. Ben öyle kendimle ve oğlumla uğraşırken sivillerden biri kolumdaki çantamı aldı. Fermuarını açıp ters yüz ederek içindekilerin hepsini masanın üzerine döktü. Her gün kullandığım eşyalarımı öyle masanın üzerinde görünce nedense kendimden utandım. Sanki sivil polis çantamın içindeki eşyalarımı masanın üzerine dökmemişti de, üzerimdeki giysileri çıkarmıştı. Gözleri yeniden kapanmaya başlayan oğluma bakma bahanesiyle bakışlarımı sivil polislerden kaçırırken pek polise benzemeyen bir bayan içeri girdi. Bana bakmadan masanın üzerindeki özel eşyalarıma baktı. Alaycı bir gülümseme dudaklarına yayıldı. Tek tek eşyalarımın adlarını söyleyerek bir kâğıda yazdı. İnce kırık bileziğimi parmaklarının arasında birkaç kez çevirdi. Yüzüme baktı. Eşyaları önce bir kese kâğıdına, sonra da çantama koydu. Eline yeniden kalemi alırken bana, “Adın ne,” diye sordu.

“Gülendam,” dedim. Onu da elindeki kalemle bir kâğıda yazıp çantama yapıştırdı. Oranın amiri ya da rütbesi yüksek olduğunu tahmin ettiğim sivil polis, pek polise benzemeyen bayana gülümseyerek bakarken, bir eşyadan söz ediyormuş gibi, “Giderken onu da aşağıya götürürsen işin biter,” dedi.

O zaman bayanın da görevli biri olduğunu anladım. Ben oğlumu sallarken yanıma gelip kolumdan tutarak, “Gülendam Hanım benimle gelin,” dedi.

Odadan çıkıp bana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen koridoru baştanbaşa geçtik. Koridorun sonundaki merdivenleri inmeye başladık. Kucağımda uyuyan oğlumu yeni görüyormuş gibi bakarken, “Sizlerin hatasını çocuklarınız da çekiyor. Anasın, seni anlamak istiyorum ama keşke buraya getirmeseydin onu. Birkaç güne kalmaz hastalanır,” dedi.

Yüzüne baktım. Öyle güzeldi ki. Belki de bana öyle gelmişti. Söyledikleri için ona kırılmadım ama bana bir suçlu gibi davranmasına çok içerledim. Kendimi savunurcasına, “Biz hiçbir şey yapmadık. Sadece iyi insan olabilmek için çırpınıp durduk şimdiye kadar. Gecenin yarısında hangi komşuyu uyandırabilirdim,” dedim. Onun yanıtını beklemeden de, “Ahmet’im de en az benim kadar suçsuzdur. Ama bir türlü yakasını bırakmıyorsunuz. Her tutup getirdiğiniz ille de suçlu olmak zorunda mı,” diye konuşmamı sürdürdüm.

Kadın memur suratıma bir arkadaş gibi bakarken, “Neden öyle kesin konuşuyorsunuz? Kocanızın her gittiği yere siz de gitmiyorsunuz ki, suç işleyip işlemediğini bilesiniz. Sonra o da herkes gibi bir insan. Mutlaka hata yapabilir. Neden sokakta gezen milyonlarca insanı tutup buraya getirmiyoruz da onu alıyoruz? Sonra sen de bilirsin suç altın yelek olsa kimse giyinmez,” dedi.  Sanki daha konuşacakları vardı ama birden bire merdivenler bitince sustu. Bir öncekinden daha dar bir koridorda yürürken, “Burada birkaç gün sıkıntı çekersiniz ama sonra alışırsınız,” dedi. Birkaç merdiven daha indikten sonra önüne çıkan büyükçe bir demir kapıyı yumrukladı. Onun yumruklamasını bekliyormuş gibi içeriden bir erkek sesi, “Geldim, geldim,” diye bağırdı.

Dönen anahtar sesinden sonra kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriden dumanlı, kirli bir ışık koridorun yarı aydınlığına hücum etti. Beni getiren bayan polis, avucuna sakladığı bir kâğıdı içeridekine verdi. Alışılmış bir söyleyişle de, “Çocuk var,” dedi.

İçeriden bize bakan yuvarlak yüzü zor seçilen geniş omuzlu, saçı sakalı birbirine karışmış adam, “Yukarıdan telefon ettiler, en az nüfuslu odamızda konuk ederiz onları,” diye yanıt verdi. Bana dönerek, “Benimle gelin Gülendam Hanım da endamınızı bir görelim,” dedi. Ben ya sabır dercesine kafamı sallayıp daha yeni eşikten ayağımı atmıştım ki, bizi getiren bayan polis merdivenlere doğru yürüdü. Ben onun uzaklaşmasına bakarken, yanımdaki adam beni dürtükleyerek itti. Ne yapıyorsun dercesine bakmama kalmadan da demir kapıyı kapayıp biraz önceki gibi ses çıkaran anahtarı döndürdü. O ana kadar ne olduğunu hiç düşünmemiştim, ama kapı kapanınca kendimi karanlık bir dağın öte yüzüne düşmüş gibi hissettim. Kapımızın önünde boğazıma tıkanan o ağlama yine gelip oturdu yerine. Yutkunuyordum ama bu kez yutamıyordum mereti. Oğlumun ağırlığıyla kollarım da yorulmuştu.  İçerinin sisli aydınlığına gözüm alışıncaya kadar yürümeden öylece bekledim. Yanımda durup kesik kesik soluyan adam kızgın bir sesle, “Eh daha ne kadar bekleyeceğiz,” diye çıkıştı. Yavaş yavaş görünmeye başlayan iki sıralı hücrelerin bulunduğu dar koridorda biraz yürüdük. Adam bir kapının önünde durdu. Ben korkuyla adama baktım. Adam önünde durduğu kapının dışarıdaki sürgüsünü çekip kapıyı hızla açtı.

“Gir içeri,” dedi.

Dizlerimin bağı çözüldü. Adamın suratına baktım. Bakışlarını bakışlarımdan kaçıran adam, “Hadi nazlanma da gir içeri. Buradan daha az nüfuslu hücre yok,” dedi.

Hiç kimseye benzetemediğim adam daha fazla beklemeden burada da beni arkadan ittikten sonra kapıyı kapatıp hızla sürgüledi. Birden bir zulumatın içine düşünce bütün gücümle bağırmak için ağzımı açmıştım ki, kucağımdaki oğlum aklıma geldi. Kendimi tutarak susmayı başardığım o anda karanlığı yırtan solumaları duydum önce, sonra da arkamdan gelen sesi. Yüzünü göremediğim hüzünlü bir kadının sesiydi bu. Bana,  “Çocuk uyuyor mu,” diye sordu.

“Uyuyor,” dedim.

O hüzünlü sesin sahibi bu kez, “Keşke buraya getirmeseydin,” dedi.

Biz birbirimizin yüzünü görmeden konuşurken çevremde başkalarının da olduğunu hissettim. O hüzünlü sesin sahibi, “Bir yer hazırlayın da çocuğu yatırın,” dedi. Sanki onun söylemesini bekliyordu ötekiler. Hemen bir yer hazırlayıp Burçak’ı kucağımdan aldılar. Beni de oğlumu yatırdıkları beton zemine oturttular. Karanlıkta hiçbirinin suratını seçemiyordum, ama soluk alış verişlerinden nerede oturduklarını tahmin edebiliyordum. Biraz önceki sesin sahibi yavaşça yanıma oturup elimi avucunun içine aldı. Yine o hüzünlü sesiyle, “Gece vakti çocuğunla birlikte getirdiklerine göre bir örgütten olmalısın,” dedi. Bu bir soru muydu,

sorgulama mıydı anlayamadım. Anlayamadığım için de nasıl bir yanıt vermem gerektiğini bilemedim. Sustum. Sustuğumu gören kadın, “Buraya getirilip karanlıkta tutuklandığınızın farkına varınca, senin gibi herkesin dili tutulur, boğulacak gibi olur insan. Ama sonra buraya da alışıyor. Hatta buradan nasıl çıkacağını da düşünüyor. Korkma seni çocukla getirdiklerine göre bir haftadan fazla tutmazlar,” dedi.

Ona bakarak,  gücünü kaybetmiş boğuk bir sesle, “Hayır, hayır beni yarın bırakacaklarını söylediler. Ahmet’in ifadesi yarın bitecekmiş,” dedim aceleyle.

Elimi avucunun içinde tutan kadın burnundan çıkan bir “Hıh” sesiyle karşılık verdikten sonra, “Buraya kapayıncaya kadar hep öyle söylerler. Ama burada yarınının ne zaman geleceğini pek söylemezler,” dedi usulca.

Gözlerim karanlığa alıştıkça karşımdaki duvara sırtlarını verip oturanların suratlarını daha iyi seçmeye başladım. Ama tüm suratlar içerinin karanlığına karışmıştı. Birisi de kulağını demir kapıya dayamış dışarıyı dinliyordu. Bir süre sonra doğrulup, “Gitti,”dedi.

Onun Gitti demesiyle içeridekilerin derin derin solumaları bir oldu. Onlara dikkatli bakınca hepsinin bana baktığını gördüm. Bakışlarından mı rahatsız oldum, yoksa benden şüphelendiklerini mi hissettim bilmiyorum ama yüzüm kızardı. Onlar bunu fark etmediler ama ben hissettim. Birden hepsinin suratı yarım yarım görünmeye başladı. Sanki suratlarının bir tarafını koparmış da öte tarafına yapıştırmışlardı.

Bir süre birbirimize baktık sessizce. Daha sonra konuşmaya başladık. Hepsi de dışarıda olanları öğrenmeye susamışlardı. Onların sorularına yanıt vermeye çalışırken ne kadar çok şeyi bilmediğimin farkına vardım.

Hücreye kapatıldığımın üç veya dördüncü günüydü. Oğlumla çıkardılar beni yukarıdaki sorgulama odasına. Bir sandalyeye oturttular. Kucağımda oğlumla bekliyoruz. Sonsuz bir bekleyiş. Neyi beklediğimizi de bilmiyordum. Geçten geç, önce demir sesleri geldi kapı tarafından. Sonra demir sesleri sürünen zincir sesine dönüştü. Daha sonra da odanın kapısı ağır ağır açıldı. Ahmet kapıdan görününce yerimden fırladım. Ama arkamda duran yüzlerini göremediğim iki kişi omuzlarımdan bastırarak, oturmamı söylediler. İnsanlıktan çıkmış kocama bakarken içimdeki kızgınlık ve suçlama duyguları bir anda eridi. Gözlerimden yaşlar boşanırken, kucağımdaki Burçak’ı yere bıraktım. Babasına doğru yürüyen çocuğa engel olmadılar. Ama onu okşamak için Ahmet elini uzatınca, çocuğu tuttular. O sırada yan kapıların birinden içeri giren gördüğüm ilk sivil polis, elindeki kâğıdı Ahmet’e doğru uzatarak, “İmzalarsan oğlunu sevmene müsaade ederiz,” dedi.

Ahmet geldiğinden beri ilk kez başını kaldırıp bana baktı, sonra dönüp Burçak’a, ardından da görevlinin gözlerinin içine baktı. Zorlanarak çıkardığı bir sesle, “Olmaz,” dedi. Sonra kızgın bir sesle, “bunu yapmayacaktınız,” diye ekledi. Konuşurken acı çektiği belli oluyordu. Polisler yeniden sessizliğe gömülmüşlerdi ki, o donuk ve duru bakışlarla bize baktı.

O gün babasının okşamasına bile izin vermedikleri Burçak ile beni yine aşağı indirdiler. Günler sonra onu ikinci görüşümüzde ise Ahmet başını kaldırıp bize bakamadı. Odaya giren polisler bir bayram havasında birbiriyle konuşurken biz birbirimize bakamıyorduk bile. O ilk gördüğüm sivil giyinen polisler ortalarda yoktu. Gözlerim nedense onları aradı. Arkamda sürekli beni izlediği izlenimini veren uzun boylu polis aklımdan geçenleri okumuş gibi, “Onların işi kocanı konuşturana kadardı, şimdi asıl görevlerine döndüler,” dedi.

Polisin sesinin yumuşaklığından güç almış gibi biraz da yüksek sesle, “Kocamın ne suçu varmış ki,” diye sordum.

O yumuşak sesin yerine gelen alaycı, sinsi bir ses, “Mahkemede öğrenirsin,” dedi ve sustu. Bana bakmayan Ahmet’in bakışları da, ona bakan benim bakışlarım da odanın sessizliğine gömüleceği sırada bizi hücreye götüren o kadın polis bir iyilik meleği gibi yanıma gelerek, elinde tuttuğu çantamı bana doğru uzattı. Ben çantamı alırken de, “Çantanın içini kontrol et. Her şey içindeyse şuraya bir imza at,” dedi ve elindeki kâğıdı bana doğru uzattı. Çantama da, içindeki eşyalara da benim değillermiş gibi baktım bir süre. Hepsi bana kirlenmiş gibi görünüyordu. Zoraki elimi uzatıp alırken, “tamam olmasalar ne olur ki,” diye söylendim. Bayan polis içerlemiş gibi, “Konuşman değil, imzan gerekli,” dedi. Bir an önce iş bitsin diye aceleyle elinden aldığım kalemle teslim tutanağını imzaladım… Tutanağı elimden alan bayan polis rahatlamış bir şekilde tam arkamdaki kapıdan yandaki odaya doğru yürürken, arkamda ve iki yanımda duran polislerden biri, “Gülendam Hanım serbestsiniz,” dedi.

Ahmet’i, o suskunluğuyla o odada bırakıp çıktıktan aylarca sonra, idamla yargılandığı duruşmada gördüm yine de yüzüme bakamıyordu. Gözlerini göremiyordum, ama o odadan çıkarken arkamdan gelen, “Sizi buradan kurtarmak için imzaladım,” diye çınlayan sesi beynimde dolaşıyordu. Bir onun sesi, bir de beni sürgüne gönderirken sağlık müdürünün, “Siz bir hastanede çalışmaya değil, çalı gölgesinde yaşamaya layıksınız,” diyen sesi.

Benzer İçerikler

Kütüphaneci – Logan Belle – Online Kitap Oku

yakutlu

Bize Göre

yakutlu

Çizgili Pijamalı Çocuk -John Boyne

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy