Edep Ya Hû

Edep Ya Hû, tarihimizin gizemli, şaşırtıcı, rengârenk sayfalarından yola çıkılarak kurgulanmış, zengin hayal gücüyle yazılmış bir roman. Her satırı sonsuz bir merakla okunan Edep Ya Hû’nun kahramanı, Yeniçeri Ocağı’nın ünlü 65. Orta’sına mensup bir acemi oğlan: Kız Ferhad. Bosna eyaleti Avliya nüfusundan kendi halinde bir ailenin çocuğuyken İstanbul’a getirilen, önce bir paşanın, sonra bir Yeniçeri ağasının kapatması olan, Atmeydanı’ndaki gizli bir zevk ve fuhuş yuvasında, buranın müdavimi haline gelen askerlere ikram edilen, duygulu, zeki, esprili Kız Ferhad…

Mehmet Anıl, dikkatle kurgulanmış romanı için tarihsel bir fon belirlemiş. Kız Ferhad’ın ve ağasının başından geçenleri okurken, Osmanlı’da baş gösteren Yeniçeri ayaklanmalarını, İstanbul’un zaman zaman nasıl kaynayan bir kazana dönüştüğünü ve boğularak katledilen Hünkâr Osman Han’ın öyküsünü de yaşıyoruz.

***

Babam, Yavuz İsmet Anıl’ın güzel hatırasına…

“XVII. yüzyıl ortalarında Yeniçeri Ocağı’nın
65.Orta’sı lağvedilmiş, ocakta bu tarihten sonra bir orta eksik kalmıştı.”
REŞAT EKREM KOÇU

Osmanlı Tarihinin Panoraması

Allah Allah illallah, Baş üryan, sîne püryân, kılıç kalkan, Bu meydanda nice başlar kesilir olmaz hiç soran, Eyvallah!.. Eyvallah!.. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, Kulluğumuz padişaha ayan, Üçler, yediler, kırklar, Gülbang-ı Muhammedî, Nûr-i Nebî, kerem-i Alî, Pîrimiz, sultanımız hünkâr Hacı Bektaş-i Velî, Demine hû diyelim, Hû!..
Araf

Allahım…

Sana sığındım. Şeytanın şerrinden, cehennemin ate.şinden, günahlarımın kefaretinden sana sığındım. Senden mağfiret diliyorum, ne olur kabul et, olur mu Allahım. Beni sonsuz merhametinden, eşsiz rızandan, kıyamet gü.nü gelip çattığında bitmek tükenmek bilmeyen bağışlayı.cılığından esirgeme lütfen ve eğer cansız bedenim um.mana atılıp balıklara yem edilmediyse ve eğer bir çukur.cuğa gömülmek nasip olduysa kabrimi genişlet, üzerime atılan toprağın karanlığını nur ile aydınlat, cennet-i âlânın nimetlerini bana yasak etme, cehennem kapılarından uzak tut Yarabbi… Sevgili peygamberimizin şefaatinden beni eksik bırakma, kahrolası iblis defolup giderken me.lekler etrafımı sarıp ruhumu serinletsin… Sana sığındım, sana inandım, sana ibadet ettim. Bana çok kızma, beni bu kapkaranlık âlemin içinde yapayalnız koyma ne olur. Çünkü canım Allahım, öyle çok korkuyorum ki…

BEN

1620 kışı (12 Kasım)

Boynuma bir öpücük kondurduğunda tir tir titre.dim. Bunu neden yapmıştı? Daha önce beni yalnız an.nem kokumu içine çeke çeke öpmüştü. O zaman bun.dan mutluluk duyardım. Fakat bu, tüylerimi diken diken edecek kadar tuhaftı. Kaçıp kurtulmak istiyordum ama bunun başıma daha büyük belalar açacağını da tahmin ediyordum. Odanın ortasında öylece kalakalmıştım. Ar.kam dönüktü. Hiç beklemediğim bir şeydi. Kahvesini götürmek üzere yanına girmiştim. Kaşlarını çatmış, ku-cağında kavuşturduğu kocaman ellerine bakıyordu. Her zamanki gibi önemli bir şey düşünüyor gibiydi. Düşü.nürken sinirli olur. Dikkatini dağıtmamaya gayret ede.rek fincanı usulca yanına bıraktım, dışarıda doldurup hazırladığım çubuğunu uzattım, bana bakmadan alıp küllüğün üzerine koydu, arkamı döndüm, sessizce çık-mak üzereydim ki bir kartal pençesi kolumdan kavradı. Ne yapacağımı şaşırdım. Daha önce benimle doğru dü.rüst konuşmamıştı bile. Kalbim yerinden çıkarcasına çarpmaya başladı. Etime batan kalın parmaklar, acıt.maktan çok korkutuyordu. Hızla alıp verdiği nemli solu.ğu kulağımı yalıyordu. Onun da tedirgin olduğunu his.setmek beni şaşırtmıştı. Bu, alışık olmadığımız bir şeydi. Sonra, işte, yavaşça uzanıp boynumdan öptü… Uzun uzun koklayan ama gene de hafif, ürkek bir öpücük… Bir süre böylece ayakta kaldık. Parmaklarını gevşetti. Bir süre de böyle kaldık. Sonra bıraktı beni, çıktım.

Paşa sonraki birkaç gün ortalarda görünmedi. Sabah namazını kılar kılmaz erkenden çıkıyor, akşam ezanı okunmadan konağa uğramıyordu. Öğlen yemeklerine bi.le gelmiyordu. Dışarıda önemli bir şeylerin döndüğü bel.liydi ama benim küçük aklım hep başka yerdeydi. Bütün gün boş boş dolanışımı kimse garipsemiyordu ama Paşa kendisine hizmetten başka iş verilmemesini emrettiği için çevremdeki herkes, düşmanıymışım gibi davranmaktan da geri durmuyordu. Kime yardım etmeye kalksam, artık Paşa korkusundan mıdır, yoksa bana olan nefretinden mi, elinin tersiyle itiverdiği yetmezmiş gibi, o zamanlar anla.yamadığım fena sözler ediyordu. Bana göre hava hoş, ya bahçede aval aval dolaşıp hayallere dalıyor ya da bir kuy.tuya çekilip babamın omuzlarıma yüklediği ödevin ciddi.yetini kavramak için söylediklerini defalarca hatırlamaya çalışıyordum. Hatırlıyordum da…
Paşa sonraki iki-üç günü konakta geçirdi. Hiç boş kalmıyordu. Koca koca adamlar gelip gidiyor, ciddi ko-nuşmalar yapıyorlardı. Dikkatlice kulak kabartsam neler döndüğünü anlayabilirdim belki ama hiç ilgimi çekmi.yordu. Aklım hep bahçedeki afacan köpek yavrusunday.dı. İşim biter bitmez çarçabuk dışarı koşuyor, tekrar çağ.rılıncaya dek sevimli enikle oyunlar oynuyordum. Ne var ki oyunum ikide bir kesiliyordu. İçeriden durmadan hizmet istiyorlardı. Konukların biri gidiyor biri geliyor, Paşa hiç yalnız kalmıyordu. Kahve ve şerbet götürdü.ğüm her defasında, çepeçevre peykelere bağdaş kurup sıralanmış onca sakallı adamın gözlerinin üzerime dikil.diği hissinden hiç kurtulamadım. Belli etmeden bakıp sakal sıvazlıyorlardı. Daha sonra bir halayık, “Artık misa.fir varken içeri girmeyeceksin!” diye beni uyardı. Bu du.rumda sabah namazı sonrası ilk kahvesini götürmek, ak.şam yatmadan önce de son çubuğunu doldurup yak.maktan başka işim kalmadı.

Paşa’dan korkuyordum ama diğerleri gibi el etek öp.mek de doğrusu aklıma gelmiyordu. Yemeği azıcık gecik.tiği, kahvesi fincandan bir damlacık taştığı zaman bile yeri göğü inleten o ejderha, bana karşı nedense kuzu gibi davranıyordu. Sanırım diğerlerini kızdıran da buydu. Se.lamlıktan dışarı adım atar atmaz bambaşka bir dünyaya giriyordum. O sırada kapıda bekleyen halayık, kolumdan çeke çeke arka bahçeye kadar sürüklüyordu beni. Ha.remden de istemiyorlardı. Akşama kadar bahçede ayak sürüyüp aylaklığa devam ediyordum. Paşa’nın selamlığın-da özel bir durumum olduğu belliyken mabeyinde neden böyle itilip kakıldığımı anlayamıyordum. On dört yaşın.daydım, aklım ermiyordu tabii…

Paşa o günü de konakta geçirmişti. Sabah erkenden kalkıp, “Ayak altında dolaşılmaya!” diye kükremiş, nama.zını çabuk çabuk kılıp selamlığa çekilmişti. Yalnız ben bütün sabah durmadan kahve ve tütün taşıdım. Elinde koca tespih, hiçbir şey yapmadan öylece pencereden dı.şarısını seyrediyordu. İstanbul’a o yıl kış erken bastırmış.tı. Tipi bütün gece durmamış, bütün şehir bembeyaz kesilmişti. Hava temizlenmiş, Beşiktaş’taki konağın pen.cerelerinden, karlar altındaki Üsküdar sırtları her za.mankinden yakın görünüyordu. Kıyı boyunca sıralanan mavnalar, yükleri tepeleme karmış gibi yarı yarıya suya gömülmüştü. Daracık sokaklar, o saatte kar henüz çiğ.nenmediği için tertemiz kalmıştı. Yiyecek arayan karga.lar damların üzerine serpilmiş çörekotları gibi minik noktacıklar oluşturuyorlardı. Öğlen, âdeti olmadığı üze.re rakı istedi. Seneler sonra üzerinde düşününce Paşa’nın utangaç bir mizacı olduğunu anladım. İyice sarhoş olma.yı beklemişti demek. Gene âdeti olmadığı üzere üç bar.dak birden içti. Kafayı bulup, “Yeter bre fettan!” deme.siyle, kolumdan çektiği gibi yanına çökertmesi bir oldu. Sonra, işte, öpüp okşamaya başladı. Ben taş, Paşa bülbül kesilmişti. Bir taraftan sıkıştırırken bir taraftan da, “İnci tanem, amber kokulum, billûr kâselim!” diye inliyordu. Nefesi rakı, yumuşacık sakalları tütün kokuyordu.

Üzerimdekileri teker teker, tadına vara vara çıkarma.ya başladığında aklım başımdan gitti. Direnmek için ne yapabilirdim? Tilki pençesinde çaresiz bir civciv gibi ka.lakaldım. Ayağa kaldırdı, acele etmeden gömleğimi ve içliğimi çıkardıktan sonra omuzlarımı öpüp boynumu kokladı. Bunu yaparken güzel sözler söylemeye devam ediyordu. Ardından dudakları göğüslerime kayıp uçlarını emdi, dili göbek deliğime inip uzun uzun yaladı, aradan artık ne kadar geçtiyse donumu da sıyırıp çırılçıplak bı.raktı. Çevremde fırdolayı dolanıp her yanımı dikkatle in.celemesinin beni çok utandırdığını hatırlıyorum (ama bu ilk kez başıma gelmiyordu…) Dokunmuyor, esir pazarın-da mal beğenircesine bir noktayı uzun uzun inceledikten sonra onaylarmış gibi başını sallıyordu. Başka zaman olsa çok gülerdim; çünkü bunu yaparken sakalını da tuttuğu için kafasını eliyle oynatıyor gibi görünüyordu. Paşa arka.ma geçip dudaklarını yeniden boynuma koydu, omuzları.mı öptü, saçlarımı kokladı, sırtımı baştan aşağı okşadı, elini kamışıma götürdüğündeyse ağlıyordum…

Ağlıyordum, çünkü kamışım önümde bir keser sapı gibi dimdik havaya dikilmişti. Kolum bacağım bana aitti de, o uğursuz alet benden bağımsız, hiç de hoşuma git.meyen bir haltlar çeviriyordu. Paşa hoşnut, kıçımı sıvaz.ladıkça koparıp atasım geliyordu bedenimden. Öfkeden kuduruyordum. Kızgınlığım Paşa’ya mı, bana ihanet eden kamışıma mı, yoksa hiç beklemediğim bir anda or.taya çıkıveren bu tuhaf ayıba, yani kendime miydi? İyice

Benzer İçerikler

Orada da Yıldızlar Kayar mı?

yakutlu

Mutezile’de Hukuk Felsefesi

yakutlu

Mavi Ev

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy